İnsan, küçük kainat.. Mükemmel yaradılışının yanında, bir sürü eksiklikle ma'lül. Hırslı, cahil, aceleci ve zalim oluşu onu, dipsiz kuyulara indiriyor. Kendinden, asli cevheri olan insani değerlerden uzaklaştırıyor; hayvan ve hatta hayvandan da aşağı derekelere inkılap ettiriyor. Halbuki o, bütün olumsuzluklarla mücadele yaparak terakki etmesi, meleki sıfatlarla bezenip, melekten de üstün olması ve Cenab-ı Hakk'a yaklaşması için yaratıldı! Allah, kimseyi kendi haline, nefsiyle baş başa bırakmasın! Kendi halinde kalan nefs, aklı örter; akılsız, diğer bir deyişle muhakemesiz kalan insan da, böylece zıvanadan çıkar. Dengesizleşir. Nefs, doymadığı ve asla tatmin olmadığı; dur durak bilmediği için de, insanı sonsuz felaketlere sürükler. Öyle ki, insan yedikçe acıkır; isteyip elde ettikçe, sahip oldukça mahrum kalır! Onun için demişlerdir ki, insanoğlunun gözünü ancak toprak doyurur! İnsan kalbi muharebe meydanıdır. Bu meydanda şeytani sıfatlarla meleki sıfatlar kıyasıya savaşırlar. Bu savaşta nazım rolü oynayan, hakem konumunda bulunan akıldır. Cenab- Hakk, insanı yalnız, kendi başına bırakmamış; sonsuz rahmetinin nişanesi olarak, ona, yine kendinden yani, insan olan müjdeleyici ve korkutucu özelliği bulunan Peygamberler göndermiştir. Allahü tealanın 'umulur ki, düşünürsünüz, akıl edinirsiniz' hitabına kulak verip, Peygamberi bulan akıllar kurtuldu; bulmayıp, kendi başına kalan ve nefsinin emrine girenler, ebedi ziyan etti. Siz hiç; Allah'a, Peygamber'e ve ahiret gününe inandığını söyleyip de, onlarla harp eden akıl gördünüz mü? Abbas Mahmud Akkad isimli Arap muharriri, 'Şehidler Babası Hz. Hüseyin' adlı eserinde; dünyada emsali görülmedik trajediyi, şu beliğ cümlelerle anlatır: (Hadise malum; Muhammedî olduğunu söyleyen, nasipsiz ve nadan Kufe (Basra-Irak) halkı, başlarına geçirmek için Peygamber torunu Hz. Hüseyin'i, beldelerine davet ederler. Sonra onu yüz üstü bırakıp terk ederler. Ve, bir kısım sözde Muhammedî asker de, onu, aile efradını ve ona gönülden bağlı bir avuç Müslümanı, Kerbela'da kılıçtan geçirirler.) O Hz. Hüseyin ki; bebekken ağlama sesini duyan dedesi, Sevgili Peygamberimiz, bu yüzden mübarek kerimelerini azarlamış ve: ( Neden çocuğu ağlatıyorsun? Bilmez misin ki, onun ağlaması beni üzer) buyurmuştu. Onun ağlama sesine tahammül edemeyen ve üzüldüğünü bildiği dedesine Peygamber olarak inandığını söyleyenler, Müslümanlık zırhına bürünerek, onu parçaladılar. Evet; diyor ki Mahmud Akkad: 'Bu nasıl asker, ne biçim ordudur ya Rabbi? Kalpleri, Hz. Hüseyin'le (!), kılıçları ona karşı! Belli ki bu garip savaşçılar Rab'leri ile savaşıyorlardı! Vaktiyle insanlar, Peygamber'le de savaşmışlardı; ama, onların inandıkları putları vardı; onların uğruna savaşıyorlardı. Ya bunlar?! Ne uğruna, niçin ve kiminle savaşıyorlardı? Yalnızca 70 kişi sadakat gösteriyor, Peygamber torununun etrafına etten duvar oluyorlardı. Binlerce kişinin kendisini terk edip yalnız bıraktığı bu ana-baba gününde Hz Hüseyin, yanında kalan, bu bir avuç Müslümana seslenir. 'Göz göre göre, ölümün geldiğini gördüğünüz halde, siz neden gitmediniz?' Yağmur gibi yağan oklara, havada yılan gibi kıvrılıp şeytani ıslık çalan binlerce kılıçlara, bedenlerini siper eden, sadakat timsali Müslümanlar cevap verir: 'Resulullah'ın ciğerparesini, sırtlanlara biz nasıl bırakırız? Sizsiz, bizim ne günümüz var? Gidip de; yarın Mahşer gününde, mübarek dedenizden ne yüzle şefaat isteyebileceğiz?' Hz. Hüseyin'i, yakınlarını ve arkadaşlarını şehit ettiler. Kim zafer kazandı? Akıl mı, nefs mi? Üç günlük dünya mı, sonsuz olan ahiret mi? Bugün de, Allah'a ve Resulüne karşı savaş ilan edenler var! Zahirde kazanıyorlar da.. Ya gerçekte?