Aç insan, yemek seçmez; eğer çok aç ise, ne verirsen yer! Milletimizin ve topyekun insanlığın esas açlığı manevi yöndendir; dolayısıyla bu yönden, ne verilirse -ki, bu zehir dahi olsa- almaya amadedir! Bu durumu çok iyi bilen bir kısım maksatlı kişiler, mütemadiyen dini ve dini konuları tartışmaya açmakta; Allahü tealanın Cibril-i Emin vasıtasıyla Sevgili Habib'ine göndermiş olduğu yüce dinimiz İslamiyet'i, gerçeğinden saptırarak ve özellikle insanların nefislerine hoş gelecek şekilde sunmakta ve meydan yeri İslamiyet adı altında, İslamiyet'le ilgisi olmayan türedi ve sapık inançlarla dolmaktadır. Bunlardan birisi (ismini yazıp da makalemi kirletmeyeceğim), mezhepleri inkar ediyor. Peygamber'in sünnetini, dolayısıyla Peygamber'i de inkar ediyor! Cenab-ı Hakk, haşa Hz. Muhammed'i değil de, kendisini Kur'an-ı kerimle muhatap tutmuş gibi bir hayale kapılarak; her ne demekse 'Kur'an'daki İslam!' hezeyanı ile yola çıkıp ufunetini kusmakta! Kurban ibadetini olanca hakikatiyle inkar eden 'Bu Kafa'ya, kurban konusu sorulduğunda, bakın ne diyor? 'Kurban, hiçbir mezhepte farz değildir.' Hani, mezhepler yoktu?! Eğer, bunların iddia ettikleri gibi, Hz. Peygamberi dinden haşa tecrit edersek; yani, O'nun kavli (sözlü) ve fiili sünnetini inkar ve iptal edersek, o vakit Kurban ibadetine 'farz' dememiz icabederdi. Nitekim; bunların tek dayanakları olduğunu iddia ettikleri (!) Kur'an-ı kerimde, mealen şöyle buyurulmaktadır: 'Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!' (Kevser Suresi 2. ayet) Kur'an'da geçen orijinal şekliyle bu emir; 've-nhar'dir. Nahretmek, deveyi boynundan kesmeye denir. Bu emr-i ilahiyi Peygamber Efendimiz açıklıyor ve hayatında tatbik ediyor. Özetle kurban; zengin ve mukim (seferi, yolcu olmayan) Müslümanların, senenin belli günlerinde, belli hayvanları Allah için kesmeleri; etini kendileri de yiyebildiği gibi eş-dost, akrabaya ve fakirlere dağıtmaları keyfiyetinden ibaret ve 'vacib' olan bir ibadettir. Ne vakit, nasıl, hangi hayvanların ne niyetle kesilebileceği ve kimlerin kesmesi lazım geldiği gibi bütün hususları, ancak ve ancak Resulullah Efendimizin, ayeti-i kerimedeki murad-ı ilahiyi anlayıp açıkladığı ve bizzat tatbik ettiği cihetle anlıyor, inanıyor ve tatbik ediyoruz. Bunun aksi düşünülemez. O vakit, herkesin kafasına göre bir din ve ibadet (!) şekli, orta yere çıkar ki, bunların hiç birisinin hakiki İslamiyet'le yakından ve uzaktan bir ilgisi olamaz. Bütün bu edepsizliklerin temelinde yatan sinsi plan, İslamiyet'i de diğer semavi dinler gibi tahrif etmektir! Fakat, bunların unuttukları ve göz ardı ettikleri bir gerçek var; o da, Allahü tealanın göndermiş olduğu en son ve en mükemmel din olan İslamiyet'in, hiçbir zaman tahrif edilemeyeceği ve olanca safiyeti ve hakikati ile kıyamete kadar baki olacağıdır. Evet; vaktiyle çıkmış olduğu gibi, birçok sapkınlar çıkacak ve kendilerini saptırdıklarından maada birçok insanları da saptıracak ve cehenneme sürükleyeceklerdir! Ama, gerçek İslamiyet, olanca safiyeti ve hakikati ile nurunu saçmaya devam edecek ve ışıklı yolun müntesipleri her daim var olacaktır. Bunların sayıları bazen azalır, bazen çoğalır, ama hiçbir zaman tükenmez. Dini tahrip ve tahrif davasındaki bu insanlara dikkat edin; hepsinin ortak hedefi, Hz. Peygamber'i dinden tecrit etmektir! Çünkü, gayeleri, Hz. Peygamberi'in Kur'an-ı kerimden anladığı, tatbik ettiği ve mü'minlerin yapmalarını istediği din değil, kendi anladıklarını din diye yutturmaktır! Aman ya Rabbi! Ne günlere kaldık! İnsaf, dinin yarısıdır sözü hadis-i şeriftir. Bunlar, insaf sahibi bir Batı'lı mütefekkir kadar bile olamıyorlar. Ölüm döşeğindeki Paskal diyor ki: 'Bana filozofların anlattıkları ilahdan bahsetmeyin! Ben, Peygamberlerin vazettiği Allah'ı arıyorum! Bana O'ndan haber verin!'