Çok önemli bir hususun yanlışında ısrarlıyız. Tehlikeli gelişmelerin vukuunda, çareyi, insan hak ve hürriyetlerini kısıtlamakta ararız. Ve, işin tuhafı, bulduğumuzu zannederiz. Bundan da vahimi ise, normal zamanda da kısıtlamalara devam etmemizdir. Geçici bir süre için alınan sözde tedbirlerle, insan idaresini yapabileceğimizi vehmediyoruz. Halbuki insan toplumları, su gibi olup, asla sıkıştırılmaya gelmezler. Kürt meselesinde kabahati yalnızca karşımızdakilerde aramayalım. Tabiatıyla, her şeyden önce, terörü ayrı mütalaa etmemiz gerekir. Yine, her şeyden önce bilinmelidir ki, gerekçesi ne olursa olsun, terör hiçbir şekilde mazur gösterilemez. Terörle, kendi şartları içinde mücadele edilmeli; ediliyor da.. Kürt meselesi, terörden önce de vardı, terörden sonra da olacaktır. Keşke yapılan ve yapılması düşünülen açılımlar, terörden önce yapılabilseydi. Devlet, seneler senesi yanlışlarında ısrar etti. Halbuki, bu devlet, öncesindeki imparatorluğun devamıydı. Dolayısıyla, çeşitli etnik unsurların idaresinde engin tecrübe sahibi idi. Bütün bu tecrübeleri, bir çırpıda elinin tersiyle iterek, yanlış bir yapılanmaya gitti. Seneler geçtikçe de bu yanlışında ısrar etti. Yanlışın büyüğüne inkarla başladı. Kürdü ve Kürtleri ademe (yokluğa) mahkum etti. Halbuki Kürtler, aynı coğrafyada bin yılı aşkın bir zamandır yaşamaktaydılar. Asırlar boyu dillerini, adet ve gelenekleri ile inançlarını özgürce kullanarak bu günlere gelmişlerdi. İnsanın doğuştan sahip olduğu bu denli hak ve hürriyetler, hiçbir devirde yasaklanmadı. Kürde, sen kürt değilsin denmediği gibi, kendi ana dilini kullanamazsın da denmedi. Denmesi bir tarafa, denilmesini düşünmek akıllardan bile geçirilmedi. Maalesef, 20. asırda insanlık, bu çeşit ayıpları ve kepazelikleri yaşadı. AB sürecindeki Türkiye'miz, bu kamburları daha fazla taşıyamaz. Elin oğlu dayatmadan, meselelerimizi, biz kendimiz çözelim de; bari erkeklik bizde kalsın!