Demokrasi bize "cebrî hürriyet" şeklinde gelmiştir. Kendisine demokrasiye geçiş dayatılan İsmet İnönü, bu duruma direnseydi; yani 1940'lı yılların ikinci yarısında çok partili parlamenter sisteme geçmeseydi ne olurdu? Bizde de, tıpkı Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan'da olduğu gibi bir halk ayaklanması "pembe devrim" gerçekleşebilir miydi? Hiç sanmıyoruz... Milletimizin genlerinde; asırların tevarüsü olarak başa bağlılık ve itaat esastır. Bundan dolayıdır ki, diğer toplumlarda olduğu gibi, toplumun yeniden şekillenmesini aşağıdan yukarıya doğru beklemek beyhudedir. Türk Cemiyeti, tarih boyu hep tepeden şekillendirilmiştir. İsmet İnönü, kerhen kaptırdığı "şeflik" iktidarını ömrü boyunca aradı ve bu uğurda geliştirdiği muhalefetini yıkmak ve imha etmek üzerine kurdu. İktidarlarla sürekli didişti ve kavga etti. Öyle ki, merhum Adnan Menderes'in DP iktidarını, ihtilal sonucunda Yassıada'ya tıkattırarak ancak iktidar koltuğunu görebildi. İnsanımızın nefes alabildiği yıllar 1950-60 arası Türkiye'nin ve Türk insanının her bakımdan nefes alabildiği yıllardır. Kalkınma o dönem başlayabilmiş, milletin cebine para ve mutfağına aş o dönemde girebilmiştir. Menderes'ten önce; yüzde 80-85 dolayında toplum kırsalda yaşıyordu. Yani köylüydü. Atatürk'ten devraldığı "Köylü milletin efendisidir" deyişini İnönü, "köylü şehre inemez" icraatıyla ters yüz etmiş ve dünyada sadece kendisine özgü "Milli Şef" ceberut idaresini kurmuştu. 60 ihtilali, yalnızca DP iktidarını al aşağı etmekle kalmadı; çıkarılan anayasa ve çeşitli anayasal kuruluşlarla gelecek iktidarların da muktedir olabilmeleri önlenmiş oldu. Böylece iktidara kim ve hangi parti gelirse gelsin, milletin beklenti ve özlemlerine cevap veremiyor ve ancak idare-i maslahatçılıkla gününü doldurabiliyordu. Nitekim bu durum, 1965'te tek başına iktidara gelen AP ve onun lideri Süleyman Demirel, ikinci kez (1969) seçimlerini kazanmasına ve kalkınmayı temin edip enflasyonu düşürmesine rağmen yaranamamış ve 1971 muhtırasına muhatap olmuştu. Muhtıra sahipleri de ülkeyi, Süleyman Demirel'in şikayet ettiği Anayasa ile yönetemediklerini görünce; Anayasa tadiline gittiler. Kurdurulan hiçbir "partiler üstü!" hükümet, sadra şifa olamamış, havanda su döverek Türkiye'ye ve Türk insanına altın yıllarını kaybettirmişlerdir. Darbe ve muhtıralar, Türkiye'mizde siyaseti bölmüş, parçalı hale getirmiş ve böylece siyasi istikrar sırra kadem basmıştır. Artık ara ki, siyasi istikrarı bulasın! Bu denli parçalı siyasette seçimler de istenilen sonucu verememiş ve ülke koalisyonlar elinde; bir badireden öbürüne sürüklenerek 80'li yıllara, kaos içinde gelebilmiştir. Özal dönemi olmasaydı!.. 60 darbesi ile şirazesinden çıkartılan siyaset demokrasiyi; muhtıra, partiler üstü ve çeşitli koalisyonlarla ancak oksijen çadırında yaşatabilmiş; ülke bir baştan öbür başa sıkıyönetimle idare edilmesine rağmen, bu durum yetmemiş ve idare yeniden askerin güdümüne girmiştir. 12 Eylül sonrası, Özal dönemi ile kısmi bir istikrar yakalanmış; demokratikleşme adına önemli adımlar atılabilmiştir. Bunların başında, Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinin yeniden başlatılması keyfiyeti gelir. Şayet, Özal bu adımları atmamış olsaydı, bugün AB'den ve AB doğrultusunda gerçekleştirmiş olduğumuz demokratikleşmeden bahsedemezdik. (Satır başları halinde değindiğimiz demokrasi tarihi yazımıza devam edeceğiz.)