Bundan tam 1430 sene önceydi. Rebi'ül evvel ayının 12. Pazartesi gecesi, âlemler, Mekke-i mükerremede parlayan nurla aydınlandı. Dünyanın zulmet ve karanlığı bir başkaydı. Çünkü; orada insan yaşıyordu. Rabbini unutan insanlık, esfel-i safiline inerek, hayvandan da aşağı ve bayağı bir hayat tarzı sürüyordu. Zira, zulüm ve vahşet her yanı kaplamıştı. Kalpler katılaşmış, insani duygular dumura uğramıştı. Kadın, eşya bile değildi. Kız çocuğu doğunca, bu hal şerefsizlik addediliyor ve o minik yavrular diri diri toprağa gömülüyordu. Böylece, insanlar kendilerini rüsvaylıktan kurtulmuş sayıyorlardı. Fuhuş ve ahlaksızlığa methiyeler düzülüyor; bir baştan öbür başa bütün bir dünya sırtlanların arenasını andırıyordu. Şeytanlaşan insan, yaşantısıyla şeytanlara taş çıkartıyordu. Ne kadar insani meziyet ve haslet varsa, göklere çekilmiş; ne kadar adilik ve soysuzluk varsa, insan benliğini kuşatmış; yaratılış gayesinden uzaklaşan insan vahşileşmişti. Batılı bir mütefekkirin benzetişiyle; dünyayı kaplayan bu zifiri karanlık, çakan bir şimşek aydınlığı ile nura kavuştu. Bu nur öylesine parlaktı ki, onunla insanlık gayesine erişecekti. Deryanın yedi kat dibinde, istiridyenin bağrında sakladığı inci misali; insanlık, Hz. Âdem'den süzüle süzüle Abdullah'a, ondan da Âmine Hatun'un rahmine düşmüştü. Zaman, döne döne çıktığı noktaya gelmiş ve O'nun dünyaya teşrifi ile insanlık kendine gelebilmiştir. O'nun yüzü suyu hürmetine Rabbimiz, insanı muhatap kılmış; onunla insanı düştüğü girdapta boğulmaktan kurtarmıştır. O'nun, yüce yaratılışındaki iksire bakın ki, teveccühleri ile ölü kalpler dirilmiş; değil insan nesilleri, vahşi hayvanlar ehlileşmiş, kurtla kuzu yan yana gezer olmuştur! O'nun tevazu şemsiyesi, merhamet kanatları olarak insanlığı sarıp sarmalamış; pervasızca ve küstahça dik duran asi başlar, secdeye mıhlanarak kulluğu tadabilmiştir! O'nunla Hakk tecelli etti. Haklı olan güçsüzün hakkı kendisine verildi. Âlem, adaletle nizam buldu. Teraziler doğru tarttı. İnsanlığa örnek olan O'nun yüce ahlakında benlik ve dünya yoktu. O'nu örnek alanlar, benliklerinden sıyrılmış ve dünyayı üç talakla boşamışlardı! Bizzat hesabı ve hesap gününü insanlara tebliğe memurdu. Hesap verecek insan adımını hesaplı atmalıydı! Bağlıları, hesaba çekilmeden önce nefslerini hesaba çeken kahramanlardı. Dünyanın her şeyine malik iken, bunlardan bir tanesine, bir an için dönüp bakmadı. Nazargâh-ı ilahi olan kalbiyle her an Rabbi ile ve agâh idi. Kahkaha ile güldüğü görülmedi; devamlı düşünceli olup, gülünecek yerde yalnızca tebessüm ederdi. İki gün üst üste tok dolaşmadı. Âişe validemiz diyor ki: Bazen bir ay geçer, evde ateş yanmaz, yemek pişmezdi. Hendek Muharebesinde aç kalan arkadaşları ile birlikte karınlarına taş bağlamışlardı. Birisi karnındaki taşı kendisine gösterince, O'nda iki taş olduğu görüldü. (La), hayır, yoktur sözünü yalnızca; Allah'tan gayri ilah yoktur sözünü söylerken kullandı. Bir şey istendiğinde verir, yoksa; yok demez, sadece susardı. Bir gün, hane-i saadetlerine bir fakir geldi. İçeriye sordu, verebilecekleri bir şeyleri yoktu. Bunun üzerine: Şu dükkana git, ihtiyacını al, biz öderiz buyurdu. Bu hali görenlerden Hz. Ömer efendimiz; Ya Resulallah! Allahü teala sizi bu kadarla mükellef kılmadı dedi. Peygamberimiz bir şey demedi ama, üzüldüğü, mübarek yüzlerinden belli idi. Bunun üzerine Hz. Bilal; ver ya Resulallah! Korkma! Arş'ın sahibi seni yalnız bırakmaz dedi. Nasıl yalnız bıraksın ki, Rabbimiz kendi sıfatları ile O'nu tavsif etti. O'na rauf ve rahim dedi. Bugün insanlık ne çekiyorsa, O'nun yüce ahlakından uzaklaştığı için çekiyor. Ve hızla, O'nun dünyaya teşrifinden önceki vahşet haline inkılap ediyor. O'nsuz bedel ödüyor! O'na aşık olmayan kalp, tatmadı ki, tadı ne bilsin! Sevgili okuyucularımın Mevlid Kandilini tebrik ediyor, O'na ram olan yeni doğuşlara vesile olmasını Cenab-ı Hakk'tan dua ve niyaz ediyorum.