Geçen günlerde bir televizyon ekranında Osmanoğulları ailesinden bir hanımefendiyi izledim. Vaktiyle anne ve babası sürgünde olduğundan kendisi yurt dışında doğmuş. Adnan Menderes'in çıkardığı afla birlikte, eğitim amaçlı olarak yurda dönmüşler. Ancak bu gelişleri de uzun sürmemiş... Adile Osmanoğlu, Türkiye'ye döndüklerinde henüz on üç yaşlarındadır ve tek kelime Türkçe bilmemektedir. Ailesi, kendisini Fransızca eğitim veren, İstanbul'daki bir koleje yerleştirir. Adile'nin ait olduğu ailenin bilinmemesi için okul idaresine sıkı sıkıya tembih edilir. Adile, derslerini tercüman vasıtasıyla takip edebilmektedir. Bir gün, tarih hocaları derse giriyor ve Adile'nin dedesi Sultan Abdülhamid Han'ı yerden yere vuruyor. Ona olmadık iftiralarda ve hakaretlerde bulunuyor. Bu durum, kızcağızın kanına dokunuyor ve yine tercüman vasıtasıyla hocasının anlattıklarının hepsinin yalan ve iftira olduğunu söyleyince; gördüğü veya gördürdüğü bu ders son dersi oluyor! Eğitimini tamamlamak maksadıyla aile, tekrar Fransa'ya dönüyor. Adile hanımefendi batıyı, Batı'daki aileyi ve tabii bizi iyi tanıyor. Türk ailesindeki çöküntüye dikkat çekiyor ve bakın ne tespitler yapıyor: "Çocuk dedin mi!.." "... Batı'daki eğitim bizimkinden çok farklı. Orada öğrencilere şahsiyet verilerek yetiştirilir. Ta aile ocağından, küçücük yaşlarda başlayan çocuğun konuşması asla kesilmez. Bundan dolayı çocuk azarlanmaz. Yanlış söylüyorsa doğrusu, kendisine dikte ettirilir. Ama, illaki konuşturulur. Bir de bizim çocukların yetişme tarzına bakın, Batı'dakinin tam tersidir. Çocuk dedin mi ne evde, ne okulda (hangi kademedeki okul olursa olsun) asla konuşmaz, konuşturulmaz. Konuşunca, bu durum büyüklerine karşı edebsizlik addedilir. Dolayısıyla, kendisini ve meramını ifadeden aciz nesiller yetiştiriyoruz. Ne acı! En az bunun kadar önemli diğer bir husus da evliliklerde yaptığımız yanlışımızdır. Batı'da da insanlar, bizdeki gibi severek evlenirler. Batı'da, gençlerin aşkı izdivaçla sonuçlanırsa; hayat, orada yeniden ve çok daha dinamik bir şekilde başlar. Bizde ise, tam tersi olur. En büyük aşklar bile evlilikle adeta biter ve hayatı değil paylaşıp yeniden yeşertmek; onu söndürürler. Erkek, eve âdet yerini bulsun diye gider. Kısa bir süre içerisinde âşıklık dönemindeki sevgiden eser kalmaz. Karşılıklı, nazlanmalar, konuşmalar kesilir ve diyalog, yerini tek heceli emirlere terk eder!.." Yaratılış gayesini idrak!.. Adile hanımefendinin ne kadar doğru tespitleri var. Evlilik de elbette bir gaye yani amaç uğruna yapılır. Dikkat edilirse bizdeki evliliklerin birçoğunda, işte bu gaye noksanlığı mevcut. Tabir yerindeyse laf olsun diye izdivaç yapılıyor. Ve bunlardan çoğu, maalesef boşanmayla neticeleniyor. Arada bir de çocuk olmuşsa, esas olan o yavrucağıza oluyor. Anne-baba sevgisinden ve aile yuvası sıcaklığından mahrum yetişen bu çocuklar, ister istemez, agresif yetişiyor. Başta ana-babası olmak üzere toplumun başına bela kesiliyor! Yaratılış gayesini idrak edecek nesiller yetiştirmeliyiz ki, evlilik gibi, hayatlarının en önemli kararlarında da bu gayeyi güdebilsinler. Batı'da bu gaye mi var ki, mutluluğu elde edebiliyorlar derseniz; hayır, orada hiç olmazsa dünyaya ve hayata ait bir gaye var. Bizde ise, ne dünyaya ve ne de ahirete ait bir gaye güdülmediğinden, evlilik denilen o kutsal müessese bile çığırından çıkıyor ve yerini tabiri caizse "virane"ye terk ediyor...