Asrımızın en büyük hastalığı manevi açlıktır. Hemen bütün cemiyetler tarafından insan, tek kanatlı kuş farz edilmiş ve sadece bir yönüyle, maddesiyle doyurulmak istenmiştir. Hazmi uzuvları urlaştırılan insan, manasıyla büsbütün ihmal edilerek mukaddeslere düşman kılınmıştır. Haddizatında insan, esas itibariyle ötelere, namütenahi ötelere aittir. Hakikatine kavuşabilmek için, yanıp tutuşmakta, çırpınıp durmaktadır. Dolayısıyla insan için asıl vatan ve ikamet yeri; kendisine sonsuz olarak biçilen öbür âlemdir. Bu dünyadaki hayatı, ötelere götürülmek üzere azık temin edilen ve durak mesabesinde olan âdeta hayal denilen geçici bir âlemdir. Ötelerin yegane azığı ise, maneviyat olup; bu hal yaratılış kanunlarına tıpatıp uygunluk arz eder. Bugün insanlık, kendi yaratılış kanunlarına aykırı bir hayatın buhranını yaşamaktadır. İşin bundan da vahimi ise, insanlığın, buhranının farkında olmayışıdır. Nefsinin peşinde koşan, koştukça maddesiyle devleşip, manasıyla cüceleşen insan; bunca hercü merc içinde neyin farkında olabilir ki? Bindiği alamet, onu hızla kıyamete doğru götürmektedir. Her cemiyetin, her kademedeki eğitim kurumlarına bakınız, hemen hiçbirisinde maariften (Hak ve hakikati arayıştan) eser yoktur. Halbuki bizde bile, vaktiyle bu müessesenin adı 'maarif vekaleti' idi! Dikkat ediyor musunuz; buhranına yenik düşen insanın tek bir savaşı kalmıştır ki, onu da kıyasıya yapmaktadır; o da ekonomiktir. O vakit, hayvandan ne farkı kalıyor, insanın?!. İlim ve fen alabildiğince ilerledi; doğru, lakin, tek yönlü bir ilerleyiş bu. İnsanın çevresi, etrafındaki eşya ve hadiseler mükemmelleştikçe, bizatihi kendisi, ruhu ve manasıyla büsbütün ihmal edildi ve âdeta robotlaştırıldı. Bu hal, korkunç sonun habercisi değil de nedir?