Geçtiğimiz Cuma günü, Üstad Necip Fazıl'ın vefatının 18. sene-i devriyesi idi. O'nu, 25 Mayıs 1983'te kaybetmiştik. Üstad'ın Türk fikir ve sanat hayatından çekilmesi ile neler kaybettik; muhasebesi bile zor. Düşünüyorum da; eskiden büyük bir alim vefat ettiğinde, onunla birlikte o ilmin yarısının da gittiği söylenirdi. Meğerse Üstad, sahip olduğu bütün değerlerle beraber gitmiş. O'nsuz meydan yeri, boş ve manasız! O, İnönü'nün ceberut devrinde; Matbuata gönderilen, 'Allah'tan ve ahlaktan bahsedilemez!' yasağına; 'Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez!' diyerek karşı çıkmış ve yayınladığı Büyük Doğu mecmuasının kapağına, kocaman bir kulak yapıp, altına; 'Başımıza kulak itiyoruz!' yazarak, imanını haykırmıştı. Hem de tek başına! Evet; o vakitler meydan yerinde, yalnızca devrimbaz kodamanlar ve onların yalakalarından başkaca kimseler yoktu. Hele bugün, meydan yerini kimseye bırakmak istemeyen; sürekli konuşan ve onlar konuştukça darbelere maruz kalınan şu; 'cı-cu' takımlarının hepsi, Sedd'in ardına saklanmıştı adeta! Necip Fazıl'ın hayatı küfür selinin içinde geçti. 33 yaşına kadar, o selde sürüklendi; girdaplara girip çıktı. Keskin zekası, üstün idraki ile sanatının zirvesine çıktı. Öyle ki, muarızları bile; 'Bir mısraı, bir millete şeref verecek düzeyde!..' demek zorunda kalmışlardı. O, yazdıklarıyla ve kendisini göklere çıkaran bütün bunlarla yetinmiyor; Fuzuli'nin belirttiği gibi: 'Başını taştan taşa vurarak gezen avare su' misali, kavuşacağı hakikat pınarını arıyordu. Yaşadığı bohem hayatı, yazdığı şiirler, kendisine düzülen methiyeler ve el üstünde tutulmaları, kendisini tatmin etmiyor; zonklayan beynindeki ağrıyı dindirmiyordu. Uykusu azap, uyanıklığı işkence idi. Her deha gibi, o da ötelere talipti. Acaba, ötelerden nasibi var mıydı? Günlerden bir gün; Eyüp Sultan sırtlarında bulunan Kaşgari Dergahı'nda mütevazı bir hayat yaşayan ve kendi tabiri ile 'Zayi olan!' gönüller sultanı Seyyid Abdülhakim Efendi Hazretleri ile karşılaşır. 1918 senesinde zamanın padişahı tarafından, Sultan Selim Medresesi'nin (üniversite) Mütehassısin (doktora) kısmına,Tasavvuf ve İrşad müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak tayin edilen bu mübarek zat, medreselerin kapatılmasıyla birlikte kenarda kalmış, zayi olup unutulmuştu! Seyyid Abdülhakim Efendi, haftanın belirli günleri, İstanbul'un çeşitli camilerinde vaazlar veriyor ve o mütevazı evinde, ziyaretine gelen, daha ziyade üniversiteli gençlerle sohbetler ediyordu. O mübarek zat, Necip Fazıl'daki cevheri gördü ve ona, yakan ve yakaran gözlerle nazar etti! Kimyası değişti Necip Fazıl'ın. Ruhundaki yangın sönmüş, beynindeki zonklama dinmişti. O, artık ezel kadar eski, ebed kadar yeni davanın yılmaz savunucusu idi. Küfür selinin önünde, tek başına durup; kollarını açarak: 'Durun kalabalıklar!' diye haykırıyor ve kendi tabiriyle, 'kubur farelerine' kaçacak delik aratıyordu! O'nsuz, bugün meydan yeri bomboştur ve sırtlanlara gün doğmuştur! Ne edep kalmıştır, ne edebiyat, ne ifade sanatımız ne güzel Türkçemiz, ne fikir haysiyeti ne polemiğimiz, ne şiir ne sanatımız!... Her şeyden önemlisi cesaretimiz gitti! O, kalabalıkları itmiş ve: 'Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprü başı!' diye boşuna söylememişti! Yığınla kalabalık var ama, köprü başını tutacak bir gençten haber yok; heyhat! Aramızdaki farka bakınız ki, o, tek başına yalın kılınç düşmanın üzerine gider ve: 'Ey düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın Gündüz, geceye muhtaç; bana da sen lazımsın!' derken, bizler kaçmayı ve bana dokunmayan yılan bin yaşasın kepazeliğine sığınmayı maharet sayıyoruz! Necip Fazıl, bu günleri görerek ikazını yapmıştı: 'Tohum saç, bitmezse toprak utansın! Hedefe varmayan mızrak utansın! Hey gidi küheylan, koşmana bak sen! Çatlarsan, doğuran kısrak utansın! Eski çınar şimdi Noel ağacı; Dallarda iğreti yaprak utansın! Üstada kalırsa bu öksüz yapı, Onu sürdürmeyen çırak utansın!' Utanacak yüz kaldıysa tabii!..