Almanya ve Japonya gibi ülkeler. 2. Cihan Savaşı'na girip perişan olmalarına rağmen, kalkınmışlıkları ortada. Bizim ise, bu savaşa girmememize rağmen, perişanlığımız ortada! Her şeyden önce şu tespiti yapalım ki, biz, 2. Cihan Savaşından hemen sonra demokrasiye geçtik ama; bu, bilinen manadaki demokrasi değildi. Demokrasi, millete dayanan bir sistemin adıdır; oysa bize demokrasiyi getirdiğini iddia edenlerin millete güvenleri sıfırdır! İdare edenlerle idare edilenler arasındaki bu güvensizlik, aslında bütün olumsuzlukların kaynağıdır. Bu yüzden; hiçbir sınır komşumuza güvenip dostluklar geliştiremedik. Aksine; hemen hepsini azılı düşmanımız ilan ederek, münasebeti kestik. Halkına karşı çatık kaşlı ve tepeden bakan yönetici kesimi, halktan kopuk, fildişi kulelerinde hayat sürdü. Asla halkın arasına girmediler ve kendilerini ulaşılmaz kıldılar. İçeride ve dışarıda oluşturulan böylesi bir güvensizlik ortamında hangi kalkınmadan söz edilebilir? Bir sistem düşünün ki, mütemadiyen ayağına kurşun sıkıyor ve halkına canından bezdirircesine dayattıkça dayatıyor! Demokrasicilik oyununun oynandığı dönemde kurulan hükümetlerin ömrü; 2002 senesine gelinceye kadar, ortalama 1.5 yıl. Bu süre zarfında bakan; bakanlığını, iş ve işleyişini anlamadan görevini bitiriyordu. İstikrarın sırra kadem bastığı belirsizlik ve güvensizliğin kol gezdiği bir ülkede hangi özel sektör yatırım yapar ve istihdam oluşturur? Bakınız; 2002 tarihinde AK Parti'nin iktidara geldiği günde başlatılan; her şeyi yerli yerine oturtma girişimleri ülkeyi 8-9 senede nereden nereye götürebildi? Bir de her şeyin yerli yerinde olduğu bir Türkiye düşünün; bu ülkeyi kim tutabilir? Her şeyi yerli yerinde oturtmanın olmazsa olmazı ise, elbette ki demokratik anayasadır. Önümüzdeki 12 Haziran seçimlerinin ağırlıklı konusunun; halka rağmen değil, halk için bir anayasa olduğu gün gibi aşikârdır...