Demokrasimizin en büyük hastalığı, milletimize tepeden dayatılmış olmasıdır. Bundan dolayıdır ki; başta bireylerimizde olmak üzere, toplumun her kesiminde, kurum ve kuruluşlarımızda da, demokrasi sindirilebilmiş değildir. Bugün, demokrasicilik oyununu bırakıp, gerçek demokrasiye geçmenin zorluklarını yaşıyoruz. Bu geçiş, elbette sancılı olacaktır; zira, oyundaki oyunculardan hiçbirisi ve hatta hiçbir kurum ve kuruluş, rolünden vazgeçmek istemiyor. Gerçek demokrasilerde rejim, insan hak ve hürriyetleri üzerine temellendirilir. Bizdeki demokrasi oyununda ise, sistem, askerî ve sivil bürokrasi üzerine temellendirilerek, kelimenin tam anlamıyla 'vesayet rejimi' oluşturulmuştur. Vesayet rejiminin asker ve sivil baronları hayatlarını fildişi kulelerinde sürdürürken, millet, açlığa-yokluğa-bilgisizliğe- perişanlığa terk edilmiştir. Okutup yetiştirdikleri yalnızca kendi aile fertleri, yakınları ve yandaşları idi. Böylece vasilik de; el değiştirmeden, nesilden nesle intikal ettirilirdi. Çuvaldızı vasilere batırırken, iğneyi de kendimize dokundurmalıyız. Hırsızın hiç mi suçu yok kabilinden; milletin emanetini üzerine almış ve ona ihanet etmiş siyasetçileri de zikretmeliyiz. Öyle ya; asker ve sivil bürokrasi oynayıp gününü gün ederken; birilerinin de bunlara çalması ve alkış tutması gerekir. İşte o birileri, milletin emanetine hıyanet içinde olan aymaz siyasilerdir. Bunlardan bir kısmı askeri ihtilallere alkış tutup yanlarında olmuş, diğer bir kısmı da, ihtilal hükümetlerine bakan verip, güvenoyu ile desteklemişlerdir. Bu durumların yegane istisnası Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti kadroları ve hükümetleri olmuştur. Diklenmeden, dik durmasını bilmiş; milletin emanetine özen göstermiştir. Ve, yalnızca dokuz senede nereden nereye gelinmiştir! Nereden nereye geldiğimizi merak edenler; Cumhurbaşkanımız sayın Gül'ün, mareşal üniformalı Mısır Askeri Konsey Başkanı'na demokrasi telkinleri yapan resmine dikkatlice baksınlar!