Merhum Turgut Özal'ın siyasi bir tespiti vardı; daha doğrusu bir temennisi... Ona göre; çok partili demokratik sistem, esas itibariyle "iki buçuk parti"de vücut bulmalıydı. Siyasetin ana eksenini biri sol, bir diğeri liberal sağ parti oluşturmalıdır. Kamil manada demokrasinin uygulandığı ülkelerde, mesela ABD ve İngiltere'de durum bu şekildedir. Bu iki büyük partiden birisi iktidar diğeri ana muhalefeti oluşturur; dolayısıyla birbirlerinin konumlarına alternatiftirler. Çok partili siyasi hayata geçtiğimiz 1946 senesinde; tek parti olan CHP'den kopan DP, 1950 seçimlerinde iktidarı elde ederek, siyaseti iki gövde üzerine oturtmuştu. Bu sağlıklı yapı, ancak on sene sürebildi. 1960'ta gelen askerî darbe; henüz yeni yeni filizlenmeye başlayan demokrasimizi ve onun paralelinde hemen her şeyimizi kökünden biçti. Utanmadan, sıkılmadan; demokrasiyi bu denli katledişlerini 'demokrasi bayramı' olarak ilan ettiler. Türk Cemiyeti bu kepazeliği ta merhum Özal'ın iktidar günlerine kadar yaşadı. Neyse ki, bir akil adam geldi de; bu kepazeliğe son verdi. 1960 askerî darbesiyle Türk siyasetinin bilyesi dağıldı. Siyasette iki ana eksen gitti; paramparça oldu. O gün bugündür, bir daha derlenip toparlanamamaktadır. 60 İhtilali'ni 71 askerî muhtırası, onu da 80 darbesi takip etti. Böylece demokrasi, yırtıcı hayvanların inlerine gönderilerek, yerine 'ucube hükümetler' ikame edilmek istendi. Millet adına ve millet için yapıldığı iddia edilen tüm bu absürd hareketlerde olmayan tek şey milletin kendisi idi! Zira, onlara göre bu millete dayatılmalıydı. Bu millet, henüz rüştünü ispat etmiş değildi. Dolayısıyla ne isteyip istemeyeceğini bilmezdi! O halde, dayatalım gitsindi! Öyle de yaptılar. Buna öylesine alıştılar ki, bugün bile aynı hayalle yanıp tutuşanlar var! Siyasetteki kavgayı, sakın ha; yalnızca dışarıdan yapılan bu müdahaleler olarak bilmeyin; asıl kavga siyasetin içinde... Nedeni ve niçinine yarınki yazıyla devam edeceğiz...