Enteresan bir milletiz. Kendi işimizden ziyade başkalarının işleriyle ilgileniriz. Hatta, hiç üzerimize vazife olmadığı halde burnumuzu sokarız. İlerlemiş demokrasilerle en belirgin farkımız; oralarda herkesin işine gücüne bakması, bizde ise; üzerimize vazife olmayan işlerle vakit kaybetmemizdir. Bunların başında da siyaset gelmektedir. Gelişmiş demokrasilerde, halk için siyaset seçimler öncesi başlar ve seçimlerle birlikte biter. Millet, sivil toplum örgütleri ile, demokrasinin işleyişinde "katılımcılığı" en üst seviyede sergiler. Bizde, katılımcılık olmadığı gibi; evde, sokakta, kahvehanede, iş yerlerinde hemen her ortamda siyasetle yatıp siyasetle kalkılır. Sosyolojik bir vakıa! Bu durum, yalnızca bizim işsizliğimizden kaynaklanmıyor; zira işi gücü olan insanlarımız da siyaset hastalığına bulaşmış. Köy kahvelerinde bile, akşama kadar hükümet kurulup, hükümet yıkılır! Bu hal, gözlerden kaçan sosyolojik bir vakıadır. Türk toplumu, bu haliyle kendini arıyor! Yani birey olmanın hakkını arıyor! Cumhuriyetle beraber Meclis'imizin duvarına; "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir!" diye yazdık ama bu durumu kuvveden fiile çıkaracak adımları atmaktan sürekli kaçtık! 1950'lere kadar tek parti ideresinde yaşadık. İsmet İnönü'nün, 2. Cihan Savaşını da bahane ederek uyguladığı yokluk ve dayatma politikaları, milletin kahir ekseriyetine öz güvenini bile kaybettirmişti. Türk halkı, devletine karşı, kendisini adeta suçlu hissediyordu! Bürokrasi, millete tepeden bakıyor; onların işlerini görmüyor; devlet kapısını kendilerine zindan ediyordu. 14 Mayıs 1950 seçimleri sonucu Demokrat Parti'nin iktidara gelişiyle birlikte milletin ensesinde boza pişirme devri kapanmış oldu. Ama, bürokrasi, yani devlet memurunun milletine karşı çatık kaşlı ve abus suratlı hali devam etti. Değil millet, milletin seçtiği iktidarlar bile bu bürokrasi ile baş edemedi; hâlâ da edememektedir! Devlet, küçültülüp aslî fonksiyonlarına çekilmediği müddetçe bu durum devam edecektir. Bu yüzden; bizim toplumumuz gülmüyor ve her an kavgaya hazır garip bir manzara sergiliyor! Bunda, sermayenin belirli ve bir elin parmaklarını geçmeyen ailelerin elinde bulunmasının da büyük payı vardır. Güven duygusu içinde... Merhum Özal, "orta direk" için çırpınırken; sermayeyi tabana yaymak istemiş ve bu uğurda epeyce mesafe katetmişti! Bugün de esas kavga burada olmaktadır. Anadolu sermayesi ile bir avuç tuzu kurunun mücadelesi... Sermaye, ne kadar tabana yayılabilir ve "orta direk" güçlendirilirse; demokrasimiz o nispette güçlenecek ve milletin kendisine öz güven gelecektir. Böylesine bir güven duygusu içinde de, rahatlıkla işine gücüne bakabilecektir. Aksi halde, daha çok "meşguliyetle tedavi"ye tabi tutulur ve ömrümüzü laklakla geçiririz!