İbn-i Haldun'un en önemli sözlerinden biridir. Devleti devlet yapan unsurları sayarken; "Toprak, İnsan ve Değer" der.
Bizim meselemiz bu. Toprak fetişisti olduk. Geniş bir alana yayılıyoruz. Osmanlı kadar olmasa da; 780 bin küsur kilometrekare. İnsan da var; mebzul miktarda.
Ya Değerlerimiz?
Onları hızla kaybediyoruz.
Ankara'da hepimize travma yaşatan şu korkunç katliamın ardından doğru dürüst yas bile tutamadık.
Devletin kurumsallaştığı demokrasilerde böylesi olayların ardından medyası, siyasetçisi başta olmak üzere herkes bir araya gelir. Devlet suçlanmaz. Siyasi rant sağlayalım denmez. Katliam yerinde miting yapıp seçim için oy istenmez. Siyasi partiler hesaplaşmalarını bir süreliğine ertelerler.
Olayın hukuksal prosedür içinde çözülmesi ve faillerin cezalandırılması istenir.
Göz ardı edilen şudur.
Terörün amacı istikrarsızlaştırmaktır.
Büyük fotoğrafı göremeyen kaybeder.
Terörün hedefi hükümeti devirmek değildir. Hatta devlet bile değildir; Türkiye'dir.
Bunu göremeyenlerin arttığı bir ülke kaybetmeye mahkûm.
Biraz da istihbarat ve güvenlik gerçeklerini konuşalım.
Doğru, devletler, özellikle de demokrasinin egemen olduğu devletler zaman zaman istihbarat zafiyeti yaşarlar. Devletin kontrol edemediği alanlar da olabilir. Bu anlamda devletin gücünü de gözümüzde büyütmememiz gerek. Örneğin gayri nizami harbin birçok devlete diz çöktürdüğünü biliyoruz. Yakın geçmişimiz bunun örnekleriyle dolu.
Dahası gözümüzde büyüttüğümüz bir başka gerçek daha var. O da artık günümüzde bir bombalı eylem kurgulayıp patlatmanın hiç de sofistike bir tarafının olmaması. Bunu yapmak için vicdanları bir kenara koymak yeterli. Büyük ihtimal birtakım hasım ya da müttefik sandığımız devletler çıkarları nedeniyle bu kanlı eylemlerin organizasyonunu kendi istihbarat örgütlerine yaptırabilir, bunun için kendi içimizden tetikçi kullanabilirler. Bu konudaki örnekler de az buz değil. Devlet kontrol eder edebildiği kadar ama gözden kaçanlar olur. Bu yüzden "Devletin işi ne, yakalasın" demek kolaycılıktır ve bir ezbere dayanır.
Hele bu son katliamda olduğu gibi yerel unsurları kullandıkları da ve onlara inisiyatif verdikleri de artık bir vak'a.
Canlı bomba bu tür saldırılar için ideal olandır. İdeolojik olarak kodlanmıştır, tamamlanmıştır ve geriye düğmesine basmak kalmıştır. Dediğim gibi sırtına çantasını yerleştirir ve gidip "işi"ni yapar.
Onu orada, o eylemi yapmaktan alıkoyacak istihbarat, güvenlik önlemi ya da denetimlerin rolü neredeyse yüzde 20 seviyesindedir. Yani yüzde 80 olasılıkla intiharını gerçekleştirir.
Burada mühim olan yüzde 80'in önüne geçebilmek. Bunun için önleyici tedbirlere ve geniş bir network'e, yoğun bilgi akışına, bunu sağlayacak bir organizasyona ihtiyaç var.
Oysa cemaatler ve uluslararası ajanlar eliyle zaafa uğratılmış istihbarat teşkilatlarımız, kendi içindeki bilgi akışı da aksayınca genellikle yüzde 80 olasılığa teslim oluyor. Son olaylara baktığımızda istihbarat teşkilatlarının istimi sonradan geliyor. Faili buluyoruz ama parçalanmış olarak ve DNA'sından.
Neye yarıyor?
Hangi örgütten olduğunu anlıyoruz.
Peki, anladık, ya sonrası?
İşte bu soruya yanıt vermek gerek. Asıl hedef canlı bombaları yetiştiren bir insan coğrafyasında ulusal güvenlik sistemimizin pekiştirilmesi, değerler sistemimizin sağlamlaşması ve devletin kurumsallaşması olmalı.
Batı demokrasilerinde kamu güvenliği ile vatandaşın hak ve özgürlükleri birbirinden kesin çizgilerle ayrılır. Biz bunu henüz öğrenmeye başladık ama yine kurumların içindeki çekirdek örgütler, şuursuzlaştırılmış elemanlarıyla algı operasyonlarına malzeme taşıyıp değerlerimizi tahrip etmeye devam ediyor, devlet de bu konuda ağır kalıyor.
Belli ki polis aracının arkasına bağlanıp sürüklenen cesedin görüntülerini çekip Selahattin Demirtaş'a verenlerin bir amacı var.
Ortak değerlerimizi aşındırmak.
Peki buna karşı devlet neden karar vermekte geç kalır?
Birinden işittim, görevden alınıp takibata uğrar ve haklarında soruşturma açılırsa polisin morali bozulurmuş.
O halde, halkın polise güvensizliğinin ortaya çıkardığı tahribatı nasıl onaracağız?
Kurumların içindeki enerjiyi tüketen bu duruma son vermek bütün kapıları açacak anahtar olacak gibi görünüyor.
Gülen, Dumanlı'yı neden kovduğunu böyle anlattı
Tarih 8 Ekim 2015.
Gülen'in kendi örgütüne ait bir televizyondaki son konuşmasını başından sonuna sabırla dinledim. Dağınık ve birbirinden hayli kopuk anlatımını sadeleştirerek, tarihsel bilgi kaynaklarından istifade ederek ve özetleyerek aktarıyorum. İtalik yazılar Gülen'in ağzından birebir dökülenler.
Hz. Ömer'in kumandanlarından Hz. Halid Bin Velid kahramanlıklar yapıyor ve sahabeye parmak ısırtıyor. Gülen'in deyimiyle halkta doğal olarak bir teveccüh oluşuyor, böyle bir coşku meydana geliyor. Asker bu yüzden Halid Bin Velid olmadan savaşa gitmek istemiyor. Hz. Ömer, Şam yakınlarındaki Yermük'te Heraklius'un ordularına karşı kıyasıya bir savaş vermekte olan Halid Bin Velid'in yanına Muhammed İbn Mesleme'yi gönderiyor, "Git Halid'i azlet" diye.
"Şimdi bu kahraman böyle kahramanlıklar sergileyince halkta da 'o nerdeyse biz de oradayız' duygusu oluşabilir. Normal yani. 'Falan komutan çok başarılı, stratejileri müthiş' diyebilirler."
Mesleme, Hz. Halid'e varıp "Sen Hazreti Ömer tarafından azledildin" diyor.
"Şimdi ordunun başında azledildin denen bir insan hemen kuzu kuzu teslim olup gelmez. Sonra bir camiye gidiyorlar. Halkta bir taaccüp var. Acaba Halid neden cepheyi bırakıp geldi. Bunu bilmiyor ama bir ihtimali, kendi aralarında konuşuyorlar. Bu insan niye acaba ki orduyu bıraktı geldi filan diye. Hz. Halid, meselenin dillendirilmesine hani bizim aramızda olsa mırıldanılmasına karşı 'Hz. Ömer beni azletti' der."
Bunun üzerine hemen hiç tanımadığı bir insan kılıcının üzerine doğrularak "Komutan Komutan, senin yaptığın halifeye karşı isyandır" diye seslenir.
Gülen bu esnada ağlamaklı oluyor, sesi titriyor.
"Yani azlettiğini söyleyerek Hz. Ömer'in bir haksızlık yaptığını ima ediyorsun"
O mert insan, Hz. Halid cevap verir:
"Gayet emin olun, Ömer başta halife iken hiç kimsenin ona başkaldırmaya hakkı yoktur."
Sonra Mekke'ye gelir Halid.
Hazreti Ömer, Halid'e "Allah şahit ki seni çok severim" der önce. Ama arkasından söyledikleri onu neden azlettiğini net biçimde açıklar:
"Fakat halk elde edilen zaferleri senin şahsında buluyordu. Ben biliyorum ki bu zaferleri bize ihsan eden Allah'tır."
Halid, daha sonra bir komutanın emrine girerek ömrünün sonuna kadar sıradan bir nefer olur.
Meselenin özü budur. Elde edilen zaferler ve başarılar Ekrem Dumanlı'ya yazılıyordu.
Pop yıldızı gibi Gülen'i by pass edip sahne almanın faturası bu demek ki. Ekrem Dumanlı'nın başına gelen sıradaki birkaç ismin başına daha gelebilir, benden söylemesi.
Gülen'in sözlerinden bu denli ilham alan ve hikmet bulan hastalıklı zihin yapısı için yeni bir durum değil bu.