Bingöl'ün ismi gerekli olmayan bir köyü. Yaklaşık 40-50 hane yaşıyor.
"Köye
girdiğinizde sizi sırtınızdan başlayarak ürperten bir sessizlikle
karşılaşıyorsunuz. Kapı ve pencereler sıkı sıkıya kapalı. Bir insan
silüeti bile yok. Köyün meydanı sayılabilecek küçük bir boşluğun oradaki
kahvehane dikkat çekmekte. Orada köyün ahalisinden birkaç kişi vardır
belki diye kapıdan içeriye adımımızı atıyoruz. Yanılmadığımızı
anlıyoruz. 'Selamün aleyküm' der demez tüm başlar bir anda bize
çevriliyor. Bunlar kim, niye geldiler ve ne istiyorlar? Bakışlarındaki
ifade şüpheyle dolu..."
Geçen yıl bir televizyon
programının muhabir ve kameramanlarının anlatımı böyle başlıyor. Köydeki
atmosfer sanki bir film platosunu andırıyor. İnsanın gözünde canlanan
fotoğraf bu.
Muhabirlerin oraya gitmelerinin sebebi ise köyde
yaşanan bir dram. Bu köylerde çocukların yaşı yoktur malum, ama
öğrenildiğine göre 13-14 yaşındaki bir kız çocuğu. Tecavüze uğruyor.
Çocuk hâlâ köyde, ağabeyi ve yengesi ile ikamet ediyor. Kimi kimsesi yok
başka, anne ve babası da ölmüş.
Olay duyulur duyulmaz karar
verilmiştir. Kızın ölmesi gerekmektedir. Çünkü "köyün namusu"
lekelenmiştir. Ama töreye göre bunu akrabalardan biri yapmak zorundadır.
Ağabey ise ayak sürümekte, hatta karşı çıkmaktadır kardeşini öldürmeye.
Bir vicdan abidesi olarak köyde dikilmekte, bunun bedelini de izole
edilerek ödemektedir.
Ya kız kardeşini öldürecek ya da köyü terk edecektir.
Muhabirler
kahvede oturan köyün orta yaşın üzerindeki erkeklerine bunu soruyorlar.
Aldıkları cevap koca bir sessizliktir. Sonra içlerinden yalnızca biri
çıkıyor:
"Ne yapalım, bizler namusumuz için yaşarız kızım..."
Talihsiz
kız çocuğunun ağabeyi ise öylesine korkutulmuştur ki televizyon
ekibinin karşısına çıkmaya çekinir. Kapı aralığından söylediği tek şey
şudur:
"Benim kardeşim sabi. O suçlu değil, suçlu yakalansın!.."
Peki suçlu kim?
Doğu
ve Güneydoğu'yu on yıllardır tutsak eden iki esaret zinciri var. Biri
şiddet sarmalı, ikincisi de âdeta onun ikizi töre. Her ikisi de
çocuklarımızı hedef alıyor.
Bu zincirlerden biri kırılmak
üzere. Çözüm süreci şiddetten arınmış bir geleceği haber veriyor bize.
Geçmişte yaşanan acı olaylar teker teker ortaya çıktığında barışın ne
kadar kıymetli olduğunu yeniden idrak ediyoruz.
Dün Melik Duvaklı'nın köşesinde yayınladığı 13 yaşındaki Fatma'nın yerde yatan cansız bedenine dair fotoğrafı gördünüz mü? 1995 yılında "güvenlik gücü" olarak köye girenlerin katlettiği küçücük bir kız çocuğu. Çocuğun cesedine ilişkin raporda yer alan resmî tarif de var yazıda:
"130
santimetre boylarında, kumral saçlı, buğday tenli, üst kısmında açık
kahverengili gömlek, karışık renkli etek, pembe eşofman var. Ayakları
çıplak ama ayaklarının her iki yanında da iki terlik var."
Dayanılması
güç, tarif böyle devam edip gidiyor. Ailesinin bile o zaman korkudan
sahip çıkamadığı, ama şimdi öldüğü için seçmen olmadığını kanıtlamaya
çalıştığı bir çocuk. Fotoğraf ve küçük Fatma'nın yerde kollarını iki
yana açmış yatan bedeni gözümün önünden gitmiyor bir türlü.
Bingöl'ün o köyündeki kız çocuğu ile Fatma'nın kaderini birleştiren kötücül karanlık, yerini aydınlığa terk edecek şüphesiz. Ama bu "kör talih"i değiştirmek için irade ortaya koyanların yanında yer almak da ölümün karşısında hayatı tercih etmenin bir başka yolu.
Orta yerde cansız bedenleri bırakılan, ailelerinin bile sahip çıkamadığı çocukların ülkesi olmamak için ses vermek gerekli.
Çünkü sükût her zaman altın değerinde değil, bazen de suç ortaklığıdır.