ASIRLIK ÇINARIN Türkiye sevdası

A -
A +
Sunuş Niyazi Tekin. Haydarpaşa Numune Hastanesi Laborantı. Türkiye Gazetesi'nin ilk okuyucularından. Hatta bence ilk okuyucusu çünkü gazetenin tanıtım dev afişi asılırken hemen gidip alıyor. Alaylı olarak başlıyor mesleğe ama sonra DNA'yı bilmeden çözecek kadar ilerletiyor işinde kendini. İşine o kadar bağlı ki, hastaneye giriş imzasını atmadığından dolayı başhekimden uyarı alıyor. Sonra anlaşılıyor ki kendisi imzayı alan odacıdan üç saat önce işe geldiğinden imza ona geç kalıyor. Sanmayın ki emekli! İsim olarak evet ama vakıf toplantılarına mutlaka çağrılıyor ve de hiç kaçırmıyor. Maşallah devam eden 70 yıllık evlilik hayatında, 'bir kez bile sesimizin tonunu yükseltmeden, saygıyı en tepeye oturtarak bugünlere getirdik' diyerek veriyor uzun evliliğin formülünü. Atatürk'e, Cumhuriyet'in ilanına, Menderes'e, İstanbul'un o eski güzel haline tanıklık etmiş. Özünü, köyünü de ihmal etmiyor. Recep Yazıcıoğlu adına yaptırılan köprüye destek, çeşme ve daha bilemediğimiz bir çok yardıma imza atıyor adını vermeden. Köyüne yaptırdığı camiyi, o zamanın iletişim imkanlarıyla, İstanbul'dan telgrafla inşaatı yürüterek yaptırmış. G.K.Z. ASIRLIK ÇINARIN
Türkiye sevdası DNA'yı nasıl fark etti Bir gün çalıştığım Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne yeni bir başhekim geldi. Ben bilmiyorum ama benimle ilgili alaylıyım diye bahsedilmiş. O günlerde de bana tahliller geldi. Yaptım. Dört tanesinde frengi müspet çıktı. Beni şaşırtan dördünün de aynı aileden olduğunu fark etmem. Fakat soyadları farklı, ayrıca o zaman DNA falan yok. Bu benim öngörüm. Çıktım başhekimin yanına, meşgul kendisi. Mutlaka görüşmem gerektiğini söyledim. Ama başhekim alaylı olduğum için sanki biraz uzak. Ben ısrarcı olunca ne olduğunu sordu. Hastalık dört hastada var, bunlar aynı aileden olmalı. Fakat soyadları farklı deyince hemen geldi ve beni alnımdan öptü. 'Ben bunu seni denemek için yaptım. Tahlil edilecek bir kanı dörde bölüp, farklı isim ve soyadı ile sana gönderdim. Bakalım bulabilecek misin diye' dedi. Bu işlem bugünkü DNA'ya denk gelir. 1918 yılında Erzincan'ın eski adı Hastesi olan Yıldızlı köyünde doğdum. Ben 5 yaşındayken, Cumhuriyet'in ilanının olduğu yıl babam köyün önünden akan meşhur Fırat nehrinden sal ile geçerken boğuldu. Babasız kalınca, 1933 yılında yani 15 yaşında ailemin geçimini sağlamak üzere İstanbul'un yolunu tuttum. Çıraklık gibi işler yaptım. 1938 yılında Atatürk'ü kaybettiğimiz, İnönü'nün Cumhurbaşkanı olduğu yıl köyüme geri döndüm. ∂ Atatürk'ü kaybetmek o anları yaşayan biri olarak halkı nasıl etkiledi? Dolmabahçe Sarayı'nda vefat etmişti. Tanık olduğum İstanbul'da yaşayan ve yolda birbiriyle karşılaşan insanlar sanki öz anne babaları ölmüş gibi ağlamaya başlıyordu. O günlerde akan gözyaşının haddi hesabı yok. Müslümanı, hrıstiyanı herkes ağlıyordu. Atatürk'ü kaybetmişiz, zaten ağlamamak mümkün değildi. ∂ Siz törene gittiniz mi? Tabii ki gittim. Dolmabahçe'de katafalka konulmuştu. İki general nöbet tutuyordu. O gün halk olarak yaşadığımız duygunun tarifi mümkün değil. ATATÜRK ÇOK YAKIŞIKLIYDI > Atatürk ile karşılaştınız mı? Cumhuriyet'in ilanına dair kareler var mı? Tabii karşılaştım. Atatürk ile İran Şahı Rıza Pehlevi, Cumhuriyet'in 10. yılı dolayısıyla halka bir konuşma yaptılar. Ben 10-15 metre yakından izlemiştim. Atatürk yakından hem çok yakışıklı, hem çok muhteşem bir önderdi. > Sonrasında hayatınızda satır başları nasıl oluştu? 1939'da evlendim ve Taşkışla şimdiki adıyla İTÜ'deki askerlik hizmetinden sonra geldik İstanbul'a. Hastanede karantina memuru olan bir tanıdık akrabam eski-yeni yazıları biliyor olmam nedeniyle beni laboratuara aldı. Adı var ama laboratuar yok. Beyazıt'ta altı aylık bir staj döneminden sonra başhekim mektepli, ben alaylı laboratuarı açtık. Orada 40 sene devam ettim. Hâlâ da vakıfta devam ediyorum. > Niyazi amca, siz Türkiye Gazetesi'nin ilk okuyucularındansınız. Gazetemizle nasıl tanıştınız? Ben Cuma günleri namaza giderim. O gün Eminönü Yeni Cami yakınlarında kocaman bir afiş asılıyordu Türkiye Gazetesi çıkıyor diye. Onu gördüğümde bayiine bunu ben her gün alırım, getir dedim. Böyle başladı. Bir süre sonra yine gazeteyi almaya gittiğimde bayii, 'Ağabey bu gazeteyi daha benden isteme' dedi. Niye olduğunu sorunca, gençler gelmiş, 'Eğer bu gazeteyi bir daha getirirsen dükkanı başına yıkarız, aklını başına al' demişler. > Neden? O zaman anarşik ortam var, merkez sağ ve sol hikayeleri yüzünden tabii. Ben de minibüsle Üsküdar'a gidip gazetemi alıp, oradan işe gidiyordum. O tarihlerden bugüne her sabah ilk işim gazetem Türkiye'yi okumak olur. Çünkü, onda haberin dışında farklı şeyler de buluyorum. > Gazeteyi almak için emek harcamanız gerekiyormuş. Neydi gazetede ilginizi çeken unsurlar? Gazetenin şekli, yazı işleri. Diğer gazetelerden haber alıyordum ama Türkiye Gazetesi'nden haber almanın yanında bana bir şeyler de katıyor diye düşünüyorum. > O dönemler yayınlanan gazetelerin adları neydi? Gazetelerden birkaç tane sayar mısınız? Türkiye, Cumhuriyet, Tercüman, Hürriyet, Vatan, Milliyet, Son Havadis, Yeni Sabah aklıma gelenler. Şunu da belirtmek isterim. Gazetemiz en eski gazetelerden biri olarak patronajı, logosu, değişmeden kapanmadan sürekliliği olan tek gazete takip ettiğim kadarıyla. > Mesleğinize ilgili o yıllara geri dönersek, salgın hastalıkların olduğu dönemler oldu. Size, hastane laboratuvarına yansımaları nasıl oldu? Bizim dönemde eldiveni bir kere kullanmak yok, şırıngalar camdı. Yıkanıp, kaynatılıp tekrar kullanılıyordu. Salgın hastalıklar kolera, sıtma, tüberküloz oldu. Hepatitten sonra bu düzen değişti. > Hangi yıllara denk geliyordu bu salgınlar? 1942'den 1965'e kadar olan ara ara dönemler oldu. En son Demokrat Parti döneminde kolera salgını oldu. Bütün hastaneyi boşalttılar. Ben ve başhekim hastalarla yalnız kaldık.1000 civarı hasta geldi. Başhekimin bir hastaya dört serum taktığını bilirim. Bir tane ölüm vakası olmadı şükür. > Hastanede kobay hayvanlarınız olduğunu duydum. Sisteminiz nasıldı? Tavşanlarımız, koyunumuz, faremiz, koçumuz vardı. Onların özel yeri vardı. Havucu, eti ayrı. Bakıcıları vardı. Çok iyi bakılıyordu. > Meslek yaşamınızda hastalarla ilgili yaşadığınız ve unutamadığınız anlar var mı? Bir gün bir hasta hanım geldi. Bacağı sürekli büyüyor. Şimdiki fil hastalığı. Tabii o zaman bilmiyoruz. Tahlil yapıyoruz tekrar tekrar, mikrobu bulamıyoruz. Aralıklı günler tekrarladım tahlili, baktım sonuç yok. Gece gittim. Tahlili tekrar yaptım ve gece buldum. Meğer bu mikrop sadece gece ortaya çıkarmış. Hemen o zamanki başhekimi aradım. 'Hekimim, mikrobu yakaladım' dedim. Gece yarısı başhekim geldi. Sonrasında diğer hastanelere tanıtım ilan edildi. Ve o doktorun adı ile tıp literatürüne girdi. > Adnan Menderes'i de tanıdınız mı? Kendisi sık sık İstanbul'a gelirdi... Bakan Fatin Rüştü Zorlu'yu da tanırdım... Yani görmüşlüğüm vardır.. > Niyazi Amca, 91 yaşındasınız. Ömrünüze bereket, ne yer ne içersiniz, sırrı nedir? Bunun bence yeme içme ile alakası yok kızım. Erken kalkmak, gerçek anlamda huzuru ve saygıyı en önemli öge kabul etmek. Ayrıca istediğim her şeyi yer, içerim. Kendimi sıkmam. Sosyalliği elden bırakmam. Arkadaşlarıma değer verir, irtibatı kesmem, sık görüşürüm. Günü, gündemi mutlaka takip eder, dünyadan haberdar olurum. Kısacası mutlu olmayı bilirsen, şükredersen bu sana sağlık olarak geri döner mutlaka. İSTANBUL ÇOK AYDINLIKTI > İstanbul'a 1933 yılında geldiniz. O günden bu yana neler değişti? Giyim kuşam çok önemliydi. Parlak cilasından beyefendinin ayakkabısında kendinizi görebilirdiniz. Tanısın tanımasın herkes selamlaşırdı. Evler bahçeliydi, bina çok azdı, aydınlıktı. Şimdi ne kadar ışık olursa olsun İstanbul bana karanlık geliyor. Komşuluk, kan bağı çok güçlü idi. Faytonlarla ulaşım sağlanırdı. > Güvenlik ve geçim mevzuları o zaman bugün ila mukayese edersek daha mı iyiydi? Herkes birbirine itimat ederdi. O günler kimse geçimden şikayet etmezdi, bilmezdi. Söz senetti. Yardım söz konusu olduğunda bilinirdi ki o kişinin ihtiyacı var, şüpheye düşmez elinden gelen yapılırdı. Hırsızlık falan bilinmezdi. ASIRLIK ÇINARIN
Türkiye sevdası Hüseyin Hilmi Işık Bey'i yüzbaşı iken tanıdım Enver Ören Bey'in kayınpederi olan Hüseyin Hilmi Işık Bey'i, yüzbaşı iken tanıdım. Çiçekçi Camii'ne Cuma namazına gittiğimde, o tarihte Kuleli Askeri Lisesi'nde kimya öğretmeni olan Hüseyin Hilmi Bey'i, camide üniforması ile gördüm ve tanışmak nasip oldu. Hatta Hüseyin Hilmi Bey albay iken emekli olduğunda, Beyazıt ile Kumkapı arasındaki evinde iki defa ziyaret ettim. Bu da benim için anlamlı bir anıdır. Oğluyla ilgili bir hatırası... Oğlum gazetecilik mezunudur. Hatta şöyle bir anısı var. TRT'de spikerlik sınavına girecekti. Şanssızlık o günler rahatsızlandı. Uğur Dündar ile beraber girecekti. Hastalık nedeniyle sınavı veremedi. O gün sınavı veren Uğur Dündar bugün görevine devam ediyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.