Sait efendiye baktı. Sait efendi gülümsedi: -Hayır olsun Ahmet Pelvan? Sandık denen başpehlivan karşısında benden yardım mı istersin? Ahmet, boyun büktü: -Evet, yardım isterim Sait Ağam. Bunun anahtarı nerde? Sait efendinin gülümsemesi daha da yayıldı: -Kilidi yok ki anahtarı olsun. Ahmet, sandığa baktı, hakikaten de üzerinde kilit tertibatı yoktu, şaşırdı: - Böyle kıymetli bir sandık kilitsiz, nasıl olur? - İşin sırrı burada. Layık olmayanın ve kendisine izin verilmeyen kimsenin bu sandığı açması mümkün değil. Kaynar kazan içine atılmış gibi terledi Ahmet. Böyle olacağını hiç düşünmemişti. Ya sandığın kapısını açamazsa? Ne yapardı? Sandığın önünde diz çöktü. Besmele çekti, Hikmet dedeyi aklına getirdi. Ve elleri sandığın kapağına uzandı. Uzandı ama, açmak için elleri sandığın kapağını tutamadı. -Çekinme bre Ahmet'im. Hikmet, açılmayacak sandığı açmanı söyler miydi? Sait efendinin sözleri, Ahmet'i rahatlattı. Haklıydı, açamayacağı bir şeyi Hikmet dede, açmasını vasiyet eder miydi? Titreyen eller, sandığın kapağını tuttu, kaldırmak için hareketlendi, ama başaramadı. -Pelvanım. Menteşelerin bulunduğu yerden açmağa çalışırsan tabii açamazsın. Can dostu doğru söylüyordu. Sandığı çevirdi. Tekrar besmele çekti. Kapağı tuttu, sol eliyle menteşeli tarafından tutarak yavaşça çekti. Ve kapak yerinden oynadı. Hafifçe açıldı. Açılmasıyla birlikte de mavi bir ışık odayı kapladı. Ahmet'in aklı gidiyordu. Sandığı açmağa devam etti. Asırlar gibi geçen saniyeler sonunda kapak tamamen açıldı. Açılan kapak değil, nice bin sırdı, gören gönüller için. Her gönlün kaldıramayacağı sır. Ahmet, sandığın içindekilere baktı ve göreceğini gördü. Benoit, Kızılelma ile taşan gönlü, sandıkta gördüklerinin ağırlığını kaldıramadı, düştü kaldı, sandığın dibine. HHH Heyecan içinde, Padişah Sultan Abdülhamid Han ve misafirlerinin gelmesini bekliyorlardı. Dört pehlivandılar. Koca Yusuf'un çırağı Küçük Yusuf, Şumnulu Mestan, Abdurrahman Pehlivan ve Kara Ahmet, Hakan'ın tahta çıkışının 25. yılı sebebiyle düzenlenen güreş gösterisi için çağrılmışlardı. 23 Eylül 1900 sonbaharının bir ikindi sonrası, Yıldız bahçesinin çok güzel bir köşesi. Güreş için her şey hazırdı. Büyükelçiler ve diğer yabancı misafirler için en uygun gösterinin yağlı güreş olduğuna karar vermişti Sultan Abdülhamid Han. Yağlı güreş deyince de Padişah'ın ilk aklına gelen Kara Ahmet olmuştu. Saray'dan gelen haberde, Kara Ahmet'in, yağlı güreş ustası üç arkadaşıyla birlikte Yıldız Sarayı'nda hazır olması istenmişti. Ahmet, aradan geçen bir haftaya rağmen, hâlâ sandığı görmenin heyecan ve şaşkınlığından kurtulamamıştı. Bayıldıktan üç saat sonra ancak ayıltabilmişlerdi Ahmet'i. Sandıktakiler, anlatılmaz, ancak görülür, yaşanılırdı. Ahmet'in zihni ve gönlü, sandık, Benoit ve Kızılelma ile doluyken ortalık hareketlendi. Kara Ahmet ve diğer güreşçiler, herkesin döndüğü yere döndüler. Gelen Osmanlı Sultanı Abdülhamid Han ve misafirleriydi. Abdülhamid Han, tahtına oturdu, misafirler de yerlerine geçti. Padişah başyaveri tarafından işaret verildi. Cazgır, Küçük Yusuf ile Ahmet'i, Şumnulu Mestan ile Abdurrahman Pehlivanı eşleştirdi. > DEVAMI VAR