Katır sırtında okula

A -
A +

Huriye Özcan 78 yaşında... 1944'te bir köy öğretmeni olarak başlamış mesleğe. İstanbul'dan ilk görev yeri Sivas'ın Koyulhisar kazasına gittiğinde daha yirmisinde bile değilmiş. Kendinden birkaç yaş küçükmüş öğrencilerin bazıları... "O günler" diye sorunca aklına katır sırtındaki yolculuğu geliyor; "-Yol yoktu. Koyulhisar'a kadar katır sırtında gittik. O zamanlar pantalon da yok tabii. Pijama giydim bir yerim görünmesin diye. Ama binemedim zorlandım. Kasım çavuş isimli bir at bakıcısı vardı. O gülüyor, herkes gülüyordu hâlime. Bir de oradan ayrılırken binmiştim ata. Milli Eğitim Müdürü ilgilendi bir ev tuttuk. Orada yalnızlık çok zordu. Dikiş nakış kursu açmıştım bildiklerimi öğretmiştim kadınlara. Ayrılırken herkes toplanmıştı. Ağladım... Onlar da ağlayarak uğurlamıştı beni..." Kırmızı tebeşirin hikayesi İsmail Hakkı Ünal da bir köy öğretmeniydi. Bir 24 Kasım'da boğazı düğümlenerek anlatmıştı, bir başka köy öğretmeninin hikayesini. Yağan kara ve soğuğa rağmen "Öğrencilerimi tebeşirsiz bırakamam" diye yola çıkan genç öğretmeni; "Karlar erimeye başlayınca buldular cesedini, elinde sıkı sıkı tuttuğu kırmızı tebeşirlerle" diye. Bir sonraki Öğretmenler Günü'nde İsmail Hakkı Ünal yoktu. "Öğretmen Hastalığı" da denen gırtlak kanseri koca adamı çok sevdiği öğrencilerinin arasından alıp götürmüştü. Huriye Özcan, katır sırtındaki yolculuğundan söz edince bir anda aklıma geldi kırmızı tebeşirlerin hikayesi. Şimdi Bakırköy Şefkatevinde kalan Huriye Özcan üç yaşında annesini kaybedince öğretmen olan ablası büyütmüş onu. "-Ailemizde çok öğretmen vardı. Ben de onlara özenerek seçtim mesleğimi. Zaten çocukluğumda da oyunlarda hep öğretmen olurdum. Çapa Kız Öğretmen Okulu'ndan mezun olduktan sonra bir süre çalıştım. Sonra Eğitim Enstitüsü'nü bitirdim. Bir çok okulda çalıştıktan sonra da Şişli Terakki'den emekli oldum. Ama faal bir insan olduğum için hiç boş durmadım. Çeşitli kurslar düzenledim nakış, dikiş, Almanca. Bildiklerimi başkalarına öğretmeye devam ettim..." İlk anaokulunu o açtı 1972'de devlet Huriye Özcan'ı Almanya'ya gönderir. "Okulları gezdim, çalışmalar yaptım, eğitim sistemlerini inceledim. Anaokullarını dolaştım. Geldikten sonra da İstanbul'da ilk anaokulunu açtım. Çok uğraştım ama başardım..." Hiç evlenmemiş Huriye Özcan. "Nişanlıydım. Düğün hazırlığı yaparken nişanlım apseli dişini çektirmiş, öldü. Ne kadar şanssızım. Kısmet değilmiş" diye yıllar sonra yine ağlayarak anlatıyor. "Ondan sonra evlenmedim, kendimi işime adadım. Öğrencilerim benim evlatlarım oldu... Ben sert bir öğretmen değildim. Asla arkadaşlarının önünde utandırmazdım, odama çağırır öyle konuşurdum onlarla. Evlerine gider durumları hakkında bilgi toplardım gizlice. Yardıma ihtiyacı olanlara dernekten yardım ettirirdim. Bütün çocukların dosyaları vardı bende. Öyle kolay iş değil öğretmenlik. Çalışacaksın, kendini yetiştireceksin. Biz çekirdekten öğretmen olarak yetiştik. Şimdi çocuklarım büyüdükten sonra kendi çocuklarıyla beni ziyarete gelince, arayınca iftihar ediyorum. Eliniz dolu gelmeyin üzüyorsunuz beni diyorum dinlemiyorlar..." Kırk yıla yakın zamanda binlerce evladı olmuş Huriye öğretmenin. Her biriyle tek tek övündüğü. Peki bu övünç dışında ne kazandırmış ona mesleği? "Bir evim var Ataköy'de. Anne babamdan kalan bağ ve ev vardı onları satarak aldım. Yoksa öğretmen maaşıyla!.. İlk zamanlar iyiydi, yetiyordu aldığımız para. Sonra günden güne zorlaştı..." "Şimdi okuyamıyorum" "Öğretmenler Günü'nde okullardan davet ediyorlar ziyafet , hediye veriyorlar. Aynı duyguları tekrar yaşıyorum okula girince. Şurada şunu yapmıştım diye. Eski günlerim canlanıyor. O kadar çok yordum ki kendimi. Gece üçlere kadar tekrar tekrar okurdum kağıtları yanlış not vermeyeyim diye. Şimdi ondan mıdır bilmiyorum, gözlerim görmüyor. Gazete okuyamıyorum, sadece televizyondan dinliyorum havadisleri. Çok dokunuyor bana çok..." Kendi ışığını vermiş sanki... Binlerce öğrenciye yol açan Huriye öğretmen şimdi "Okuyamıyorum" derken kendini daha fazla tutamıyor... Hep "vermek" değil mi öğretmenlerin kaderi?... Hiç bıkmadan, usanmadan "öf" demeden. Aklıma o köy ilkokulu geliyor şimdi. Eski, kırık tahtaları arasından ayaklarımız geçmesin diye dikkat ettiğimiz. Soğuk günlerde bir yandan ders anlatırken, bir yandan üşümeyelim diye sobayı yakan, bembeyaz gömlek kollarının ise bulanmasına aldırmadan uğraşan öğretmenim. Kendi mendiliyle burnu akan öğrencilerin burnunu silen. O benim babam... Benim ilk öğretmenim. ...Ve ondan sonrakiler. Her birinden bir şeyler aldığım. Her birine çok şeyler borçlu olduğum. İzin verin biraz bencillik edip kendi teşekkürümü göndereyim. Bilmiyorum kaç tanesine ulaşır ama; "Herşey, ama herşey için, yolumuzu aydınlattığınız için, hiç bitmeyen ışığınız için teşekkür ederim..." Kara tahtaya beyazı çizdi elleriniz... Küçüktük... Yeni bir dönem başlıyordu, şaşkındık... Evlerimizden ilk kez ayrıldık, hiç bilmediğimiz bir mekana gittik... Pek çoktuk... Her yerde, çok çoktuk... Adı "okul"du durduğumuz yerin... İlk yalnız kalışımızda elimizi sıkı sıkı tutan ise öğretmenimiz... Sadece elimizi tutmakla kalmayıp ilk gerçek adımlarımızı attıran da. Yüzümüzü ışığa döndüren de... Sonra farkettik ki yüzümüz hep ona dönük. O aydınlatıyor yolumuzu... Her birimiz kendi yolumuza düştük ama ışıklar hiç sönmedi... Her gün daha çok yola vurdular, daha çok elden tuttular... ...Ve kara tahtaya beyazı çizdi elleri. Elimizden tuttular birlikte çizdik. Her yer aydınlansın diye... Bugün o tahtalara öğrencilerin bir şeyler çizeceği, yazacağı gün. Teşekkürden özleme, saygıdan sevgiye uzanan kelimelerin yazılacağı... Yurdun dört bir yanına dağılan ışık demetlerine bir kutlama da bizden... "Gününüz kutlu olsun öğretmenim..."

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.