Metin sarı lacivert topu tekmeliyor. Fenerbahçeli'ymiş zaten. Daha dokuz yaşında. Beraber top oynadığı kişi ise yirmiyi ne kadar geçmiş tahmin etmek zor. Yakasına ismi ve bir numara iğnelenmiş. Konuşmuyor, yüzüne bakınca da bakışlarını kaçırıyor. Ya da onları bir noktada sabitleyemediği için ben öyle zannediyorum. Metin ise durmadan anlatıyor. Babasının alkol alışkanlığından, üvey babasının kardeşleriyle gidişine, yanlarına sığındıkları dedesinin sürekli kavga edip onları dışarı attığına kadar her şeyi; "Dışarıdan geldik buraya. Sokaklardan, polis yanlarından falan... Annem hasta" diyor hastalığın ismini söyleyemiyor. Annesi geliyor yanımıza "epilepsi" diye tamamlıyor onun sözünü... "Yıkayamadığım için saçlarını tıraş ettirdim" diyor bütün ümidini bağladığı oğluna bakarak, "Hastalığım yüzünden ailem beni dışlıyor, eşim de aynı şekilde. Kendime iş arıyorum..." Üç gündür Alibeyköy'deki Tevfik Aydeniz Spor Salonu'nda kalıyorlar... Sahanın içinde yan yana dizili ince yataklar arasında en derli toplusu onunki. "Yatağını ne güzel toplamışsın" diyorum. "Ben hep öyleyim" diyor biraz utanmış biraz da vazifesini yapmış insanların rahat edasıyla... "Neden sokaklardasın" sorusunun cevabı, "Alkol... 14 yaşımdan beri içiyorum. 3,5 yıldır da İstanbul'da sokaklardayım" oluyor... Tabii öncesini merak ediyorum, bir evi, ailesi yok mu diye?... "Evim Ankara'da. İki çocuğum var. Oğlum liseyi bitirdi, kızım ortaokula devam ediyor. Ben Kredi Yurtlar Kurumu'nda memurdum. Kaloriferciyim ama olmadı, yürümedi..." -Kendin mi geldin buraya?... "Havalar öyle soğudu ki, Kadıköy'den arkadaşların yardımıyla geldim. Beni orada herkes tanır, 'garip' derler bana. Şiirlerim vardır çok, en meşhuru "gurbet"... Okuyayım size... Gurbet deme de bana ne dersen de. Her söz başımın tacı. Ama gurbet dendi mi bana Ben ben olmaktan çıkarım. Bir tuhaf olurum anlatamam. Sus be arkadaş gurbet deme de bana ne dersen de Her söz başımın tacı... ....... Onun gurbetliği Ankara'daki ailesinden uzakta sürüyor, bitmeyen şiiri gibi. "Ailenin yanına gitsen, gidip görsen" diyecek oluyorum cevabı kısa, "Cesaretim yok ki karşılarına çıkmaya..." Bir süredir içmediğini, artık içmeyeceğini söyleyerek uğurluyor bizi. "Karşıya yolunuz düşerse Kadıköy Deniz Otobüsü iskelesinin oradayım beklerim" diyerek. Birbirine sarılmış oturan çocuklukla gençlik arasında dört beden var yan tarafta. Sorularıma cevap alamıyorum onlardan. Biz konuşmak istedikçe sanki bir intikam alırcasına, "Gaps yapacağız, kapkaç yapacağız" diye tekrarlıyorlar. "Sokakta mı yaşıyorsunuz" diye soruyorum ısrarla... "Bazen sokakta, bazen evde, süt annemin yanında" diyor biri... O arada adının Muhammed Enes olduğunu söyleyen genç yaklaşıyor, "Abla sen Mecidiyeköy'e geldin mi?... Hani ışıklarda bana iki milyon vermiştin"... Anne babası daha kırk günlükken yurda bırakmış onu. "Geçen yıl da dayak yüzünden kaçtım" diyor. Tabii bu onun anlattığı. Çünkü pek çoğunun önce anlattığı ile sonra anlattığı birbirini tutmuyor. Önce "resmimi çekmeyin" diyor sonra da poz veriyor. Bir yandan da "Benim de şiirlerim var bak şimdi bir tane uydurdum hemen okuyayım" diyor. "Sigara, sigara" diye yanımıza yaklaşanlara içmediğimizi söylüyoruz. Başlarını sallıyorlar iki dakika sonra yine "sigara" diye yaklaşıyorlar yanımıza. Evsizlerin toplandığı spor salonuyla ilgili haberler basında yer aldıktan sonra pek çok kayıp kişi de ailesine kavuşturulmuş. Ekranda yakınını, tanıdıklarını görenler Alibeyköy'e koşmuşlar. Ellerinde yakınlarının fotoğrafları ile umut peşinde olanlar her gün gelmeye devam ediyordu... Sağır dilsiz oğlunu arayan bir anne baba da çocuklarının fotoğrafını çaresizce bir yetkililere, bir evsizlere göstererek arayışlarını sürdürüyordu. Yozgatlı Mehmet Güngör de iki yıldır kayıp olanlardan. Bir hemşehrisi onu televizyonda görmüş ve spor salonuna koşmuş. "Babasına haber verdim almak için İstanbul'a geliyorlar, benimle gelmiyor ikna edemedim" diye anlatıyor adını vermek istemeyen köylüsü... Bölük pörçük konuşan Mehmet'in söylediklerini anlamak, birleştirmek mümkün değil... "Çoluk çocuğun var mı memlekette" diye sorunca "Memlekette çoluk çocuk var mı araştırırız, önce kendi sağlığımız" diyor. Hemşehrisi Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği'ndeki Atatürk evinde güvenlik sorumlusu olarak çalıştığını, sonra ruh sağlığının bozulduğunu, eşinden ayrıldığını ve ortadan kaybolduğunu anlatıyor. "Ne güzel işin varmış" deyince "Evet öyledir, işlerimiz iyidir" diyor Mehmet sırtını dikleştirerek... "Dönersin artık Yozgat'a' deyince dudak büküyor, "Belli olmaz..." Sıcağa smaç... Geçen hafta "durun, şimdi benim zamanım" diye hüküm sürdü kar... Yurdun pek çok yerinde olduğu gibi İstanbul da teslim oldu bu koca beyazlığa... Koca şehrin bütün imkanlarına, teknolojiye rağmen kar örttü herşeyin üstünü... Okullar tatil edildi, insanlar işlerine giderken perişan oldular, kimi de hiç gidemedi... Akşam olup da evine ulaşanların bir kısmı şükretti sıcak bir yuvaları olup karınları doyduğu için. Bazıları ise bunun ne büyük bir nimet olduğunu zaten hiç farkedemedi. Dedik ya; kar her şeyin üstünü örttü. Evlerin de evsizlerin de... Günler öncesinden uyarılar yapılmış olsa da hazırlık yapacak durumları olmayan mekansızların da. Onlar köşe başlarında, sokak aralarında, bankamatik civarlarında hemen her gün karşılaştığımız ama tanımadıklarımızdı. Onların evleri, bizim öylesine koşturduğumuz, yürüyüp geçtiğimiz yollar, merdiven altları, adına barınak denen ama barınılmayacak durumdaki yerlerdi. Gece ayaza kesince insanın iliklerini donduran havada sonsuz bir uykuya kalmamaları için Büyükşehir Belediyesi onları bir mekana topladı... Birkaç günlüğüne de olsa yataklarda uyudular, sıcak yemek yediler. Bir yerde aniden kesilen hayat hikayeleriyle yüzlerce evsiz bir spor salonunda buluştu. Genci de vardı aralarında, yaşlısı da... Kadını da çocuğu da... Ve o spor salonunu ziyaret edenler tribünden hiç unutamayacakları bir saha görüntüsünü kaydettiler hafızalarına... Yan yana dizili yataklarda kayıp insanların, kayıp hayatları seriliydi. Güneş çıkınca unutulacaklar Geçici barındırma merkezinden sorumlu Büyükşehir Belediyesi Acil Yardım ve Cankurtarma Müdürü Doktor Mehmet Yıldırım amaçlarının insanları donmaktan kurtarmak olduğunu söylüyor; "Donma ölüme götüren acil bir sağlık problemi. Bizim buna doktor kimliğimizle müdahale etmemiz gerekiyor. Yaptığımız şey bu. Ambulans ekiplerimiz 112 numarasından aldığı ihbara göre olay yerine gidiyor, değerlendiriyorlar. Hastaneye mi gitmesi gerekiyor, sadece donma riski mi var diye. Hastalığı yoksa buraya getiriyoruz. Önce banyo yaptırıyoruz, yeni kıyafetler veriyoruz içeriye yatırıyoruz. Güvenliklerini yemeklerini ve birinci derece dediğimiz sağlık hizmetlerini karşılayıp ilaçlarını temin ediyoruz. Yani iç çamaşırından, sigarasına, yemeklerinden ilaçlarına kadar her şeyi. Ama donma riski olanlara, o risk ortadan kalktığında bu hizmet sona erecek..." Onun da şikayetçi olduğu noktalar var, "Bu bile suistimal edilmeye kalkılıyor. İnsan bu işi severek yapmasa yarım saat bile yapılacak bir iş değil aslında..." Doktor Yıldırım gelmeyi reddedenler, sokakta kalmak isteyenler olduğunu anlatıyor; "Genellikle antisosyal insanlar. Bir evde, insanlarla birarada yaşamayı istemeyen sokakta yaşamaya alışmış kişiler bunlar. Mesela geçen sene de burada olan bir evsizi Kayışdağı Darülacezeye yerleştirdik. Son derece rahat bir yer orası. 'Biraderimi ziyaret edeceğim' diye kaçmış. Şimdi yine donmak üzereyken getirdiler buraya..." Sözünü ettiği kişi İsmail Deliorman gülümseyerek dinliyor doktoru, "Oraya gitmek istemiyorum, sokakta bıraktığım yerden devam edeceğim" diyor. "Nerede bırakmıştınız" diyorum, "Başladığım yerde" diyor gülerek. Belli ki hayatında anlatılacak çok şey var ama şimdilik bunu istemiyor. Ne bacağını nasıl kaybettiğini söylüyor, ne de ailesini. "Bir zamanlar ailem vardı" diyor sadece. Biz gittiğimiz ana kadar geçici barındırma merkezine kayıtlı sayısı 186 idi. Bunlardan 29'u belediyenin sağladığı imkanlarla memleketine gönderildi. 7'si Darülaceze'ye yatırılırken 10 kayıp kişi de ailesine teslim edildi. Çeşitli suçlardan aranan 3 kişi de emniyet güçlerine teslim edilmiş. Çöp kutusuyla kavga edenler Büyük bir kısmı kendinden geçmiş vaziyette yatıyor. Bir kısmı sürekli olarak yürürken, çöp tenekesiyle kavga edenleri bile var. Koca dayağından kaçanlar da gelmiş Saha içinde erkekler kalıyor. Bayanlara üst katta bir oda ayrılmış. Aralarında kocasının dayaklarından bıkıp çocuklarını bırakıp buraya sığınanlar da var, sokakta kendinden geçmiş vaziyetteyken alınıp getirilen de. Kadınların sayısı az. Ama birbirleriyle pek geçinemiyorlar, biri sürekli ağlıyor. Adının Ayşe olduğunu kolları ve bacaklarının tutmadığını, çocuklarını babasına bıraktığını söylüyor. Bir Bostancı'da, bir Silivri'de oturduğunu anlatıyor. Gözleri hep bir noktada takılı sanki kaybettikleri oradaymışçasına. Arif amca Florya Menekşe'de bir barakada yaşıyormuş. 35 senedir İstanbul'da. "Bir bacım var. İçki içtiğim için almıyorlar. Lokantalar yemeğimi, içkimi veriyor. 65 yaşındayım 13 yaşından beri içiyorum..." Yanıbaşından bir ses geliyor. "Allah razı olsun burada bize iyi bakıyorlar, sokağa dönünce de çaresine bakarız." Dönüşümlü olarak 30 kişilik ekiple sağlıktan, yiyeceğe, güvenliğe kalabalık bir kadro çalışıyor Soğuk Hava Mağdurlarını Barındırma Merkezi'nde. Fatma teyze geçen sene de görevliymiş burada. "Günde dört öğün yemeklerini veriyoruz. Sürekli çayları da var. 250 kişiye kepçe sallıyorum her gün. Geçen sene gelenler de var yine. Bayanların sorunlarını çözmeye çalışıyorum ben de anneyim anlıyorum onları"... Dışarıda güneş eriyen karın üzerinden yansıyor. Hava düzelmeye başlayınca spor salonunda zaman zaman yankılanan evsizlerin naraları yerini yine top oynayan gençlerin sesine bırakacak. Yanıbaşlarından geçerken çoğu zaman farketmediğimiz ya da gördüğümüzde bir an önce uzaklaşmak istediğimiz kayıp mekanlarını dolduracaklar. Son bir kez bakıyorum sıra sıra dizili yataklara salondan çıkarken. "Bu gece nasıl uyuyacağım" diye düşünerek...