Bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani

A -
A +

Ahmed Faruk, üstâdının himmeti ve Allahü teâlânın ihsanı ile sadece iki ay içinde yüksek makamlara kavuşur. Serhend-i şerife dönüp talipleri yetiştirmekle emr olunur ve denileni yapar. Derecesini şuradan anlamalıdır ki Bâkî Billah hazretleri aradan çekilir, talebelerini ona bırakırlar. Hatta öz oğullarını Serhend-i şerife yollar, kendileri dahi bin yılın müceddidinden hisse almaya bakarlar. Devrin âlimleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerini "Sıla" ismi ile tanırlar ki Sıla, birleştirici demektir. Zira büyük veli ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu vasl eder, tarikatın şeriattan ayrılamayacağını ispatlar. İslam uleması "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennet'e girer" hadîs-i şerîfinin İmam-ı Rabbani hazretlerini işaret buyurduğunda müttefiktirler ki kendileri dahi bazı mektuplarına "Beni iki deryâ arasında sıla yapan Allahü teâlâya hamd olsun" diye başlar. Mâlum eski ümmetler zamânında, her bin senede bir resûl gönderilir, yeni din öncekini değiştirir, bâzı hükümleri de nesh eder. Her yüz senede de bir Nebî gelir, Resullerin dinlerini kuvvetlendirirler. Hatem-ül enbiya'dan (sallallahü aleyhi ve selem) sonra Resul ya da Nebi gelmeyeceğini biliyoruz. Ancak her asrın başında bir âlim müceddid (yenileyici) sıfatıyla görevlendirilir. Bunlar İslâm dînine sokulan bid'atleri ayıklar, hadiselere asr-ı saâdet hassasiyetiyle bakarlar. Mapushane nurlanınca Efendimiz'den bin yıl sonra İslâm âleminde sapık fikirler, bozuk inanışlar artar, ortalığı fitne fesat sarar. Farzlar unutulur nafileler öne çıkar. Cahil tarikatçılar fıkıh, kelam bilmez, vahdet-i vücûdu anlayamazlar. İşin acı yanı, ilimden hikmetten nasipsizler tarikat ile şeriat arasında ayrılık olduğunu sanır, kafa bulandırırlar. İşte o karışık günlerde âlim ve ârif bir zâtın gelmesi beklenir ki bu mühim hizmet İmâm-ı Rabbânî hazretlerine nasip olur. Zaten onu bu yüzden Müceddîd-i elf-i sânî (hicrî ikinci binin müceddidi) diye anarlar. Büyük velinin topu tüfeği yoktur ama din düşmanlarını susturur. Hakkı bâtıldan ayırır, bid'atlerin dibini kurutur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri aynı Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığı gibi yapar. Devlet adamlarına mevki sahiplerine mektuplar yollar. Eh böylesi hizmetler kolay olmaz, hasedler ve sapıklar cephe alırlar. Yalanlar, dolanlar, iftiralar... Şer ittifakı, Selim Cihangir Hân'ın ağzından girer burnundan çıkar, nitekim Allah dostunu tutuklatmaya muvaffak olurlar. Büyük veli kapatıldığı kaleyi (Guwalyar) medreseye çevirir, ipten kazıktan dönme mahkumları da halkaya katar. Aslında talebeleri sultanın saltanatını sallayacak kadar kalabalıktırlar ancak kargaşaya izin vermez, müridlerine "sabır ve sükunet" tavsiyesinde bulunurlar. Baş vezir muhaliflerin önde gelenidir ama zindanda gördüğü harikuladelikler üzerine pişman olur, bu sevimli ve heybetli büyüğün duasını almaya bakar. Hadiseye bir başka cihetten bakarsak uğradığı hakaretler ve çektiği sıkıntılar İmam-ı Rabbani hazretlerinin derecesini artırır. Nitekim "ulaşmaya çalıştığım makâmlar vardı ve onlara yükselmek ancak celâl sıfatı ile olabilirdi" buyururlar. Peki de kazan O günlerde Selim Cihangîr'in oğlu Şâh Cihân, tahta oturabilmek için babasının karşısına çıkar. Evet, askeri çok ve komutanları tecrübelidir ama kazanamaz. Himmet istediği bir veli "bizi bırak, git İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eteğine yapışmaya bak" deyince huzura gelir, yalvarmaya başlar. Mübarek "sakın kan dökme" der, "git babanın elini öp, gönlünü al. Ola ki vefat eder, saltanata seni oturturlar." Şâh Cihân söz dinler ve kazanır (H. 1037), o günlerde babası ölür, devleti ondan sorarlar. Genç sultanın iktidarında Müslümanlar rahatlar, Hindistan ayan beyan nurlanmaya başlar. İmam-ı Rabbani seçilmiş büyüklerdendir. Çok görülmüştür ki onu vesile ederek Allahü tealaya yalvaranlar umduklarına nail, korktuklarından emin olurlar. Hangi misali sayalım... Çölde kaybolanlar, fırtınaya tutulanlar, zulme uğrayanlar... İmam-ı Rabbani hazretleri fakihlerin ittifak ettiği fetvâlara harfiyen uyar. Bâzı âlimlerinin câiz, bâzılarının ise mekrûh dediği bir işi katiyyen yapmaz. Allahü teâlâ ona öyle ilimler ihsân eder ki hocası Bâkî Billah dahi bunlara kavuşmayı arzular, sessizce gelip kapısında durur, feyz almaya bakar. Müridlerinden biri rüyasında Hızır aleyhisselamı görüp himmet diler. Cevap: "Sen öyle birine bağlısın ki irşadı herkese yeter, artar!" İlme çok hürmetkârdır, öyle ki tırnağının üzerinde bir mürekkep noktası görünce helaya girmekten cayar. Önce o noktayı kazır ve yıkar. Öyle ya Kur'ân-ı kerim'de de noktalar vardır, edebe bak! > Paylaşılamaz Günün birinde Kâdirî büyüklerinden Şâh İskender, aldığı manevi işaret üzerine Kehtel'den gelir, dedesinin bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin omzuna koyar. İşte o andan itibaren şaşılacak hâller yaşar. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin tasarrufu altında sırlar denizine dalar. Hem bu deryadan inci mercan toplar, hem de kendi kendine "ya Ahrâriyye büyükleri, Gavs hazretleriyle olan irtibatıma kırılırlarsa" diye sorar. Öyle ya bu yol kıldan incedir, kılınçtan keskince... Veliyullahı incitmekten kim korkmaz? İşte o günlerde bir rüya görür ki Ahrâriyye büyükleri (Hâce-i cihan Abdülhâlık-ı Goncdüvanî'den hocası Bâkî Billah'a kadar) etrafını sarar ve "Bunu biz terbiye ettik" der, sahip çıkarlar. Kâdirî meşayıhı ise "o daha çocukluğunda teveccühümüze mazhar oldu. Bizim soframızdan tad aldı. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir" der elinden tutarlar. Tam o sıra gençliğinde sohbetlerine katıldığı Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından da birer cemâat gelmesin mi? Yok hayır, sandığınız gibi işler çatallanmaz. Veliler aralarında anlaşırlar ve hepsi de İmâm-ı Rabbânî hazretlerine icazet ve hilafet (ilim ve edep öğretme izni) sunarlar.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.