Bulgarlar arasında İbn-i Fadlan

A -
A +

Minik kafile (İbn-i Fadlan, Elçi Sevsen ve mihmandarlar) zor ve yorucu bir yolculuğun ardından Sakâlib'e (İdil Bulgarlarının ülkesine) varırlar. İlteber Almuş, oğullarını kardeşlerini ve emrindeki beyleri karşılamaya yollar. Kendisi de bizzat yollara çıkar, heyeti görünce "Allahü teâlâya hamd olsun" deyip şükür secdesi yapar. Nasıl sevinir anlatılamaz, gelenlerin üzerine gümüş paralar saçar. Cürcaniye'den yola çıktıklarından bu yana tam 70 gün geçmiştir, gördüklerinden bir kitaplık malzeme çıkar. İbn-i Fadlan halifenin gönderdiği eğeri hükümdarın atına bağlar, sırtına hilatlar koyar, sarığını elceğizi ile sarar. İlteber'in hanımı için de çok zarif takılar, değerli libaslar, bulunmaz ıtırlar getirmiştir, bunları hürmetle sunar ve Halife'nin mektubunu okumaya başlar. İlteber Almuş derhal ayağa kalkar, diğerleri de ona uyarlar. Halifenin selâmını hürmetle alırlar. Mektup bitince öyle bir tekbir getirirler ki adeta zemini sarsarlar. Hükümdar onlara çadırlarını gösterir ve dinlenmelerini sağlar. Yıkanır, paklanır ve ziyafete hazırlanırlar. İlteber Almuş sinisindeki etten kesip kime uzatsa, önüne sofra konulur. Önce Elçi Sevsen, sonra İbn-i Fadlan derken mihmandarlar... Bulgarlar, hükümdar sofrasında yediğini yer, artanı alır, çadırlarına taşırlar. İbn-i Fadlan baldan tatlı bir sahpet koyultur, yemek boyunca soydaşlarımızın sorularını cevaplar. Hükümdar Halife'ye muhabbetinden onun ismini alır, soy adını da siler atar. "Cafer bin Abdullah"da karar kılar. Hani paralar? İbn-i Fadlan hükümdarın kale için istediği parayı sormasını bekler, bu yüzden huzursuzluk duyar. Nitekim korktuğu başına gelir ve bir gün çadırına çağırıp mevzuyu açar: "Halife hazretleri mektubu size verdi değil mi?" - Evet, bizzat. - Peki hani burada zikredilen paralar? - Arkadaşlarımız Urgenç'te kaldılar, havalar yumuşayınca yola çıkacak, bize ulaşacaklar. - Ben onu bunu anlamam, lütfen paralar! Hakan'ın sesi küp içinde konuşuyormuş gibi yankı yapar. Zaten heybetli bir adamdır, İbn-i Fadlan'ı korku sarar. Yanlış anlamayın başına bir şey geleceğinden endişe etmez Müslümanlara olan güvenin sarsılmasından çekinir o kadar. Hem günlerdir anlattığı bunca fıkhi mesele, düzelttiği onca yanlış varken... O günden sonra Türk Hakanı onlara şaibeli muamelesi yapar, hepsini içeri tıkar. Ancak İbn-i Fadlan'a kıyamaz, "seni bir kere Hazret-i Ebu Bekir'e benzetmişim" der "bundan gayrı kıramam. Ama sen de sıddık gibi ol, hayallerimi yıkma!" Gergin günler Hükümdar buna rağmen öğrendiklerine bire bir uyar. Yine bir gün İbn-i Fadlan'ı kenara çekip sorar: Köle haline getirilmek istenen zayıf kavimlere, diğer müminler yardım gönderse, taşıyanlar da ihanette bulunsalar? - Asla caiz değildir, suçlu sayılırlar. - İcma ile mi ihtilaf ile mi ? - İcma ile - Peki halife üzerime ordu gönderse hakkımdan gelebilir mi? - Gelemez, hem mesafe uzak, hem de arada bir sürü putperest kavim var. Ama ben buna rağmen halifenin adı geçince titriyor, bedduasını almaktan korkuyorum. Peki siz nasıl oluyor da mahvolmaktan çekinmiyor onun emrini hafife alıyorsunuz? - Peki siz ne diye bu yardım işini büyütüyorsunuz. Görüyorum ki ülkeniz büyük, adamınız çok, maddi gücünüz de yerinde... Ambarlarınız silme samur kürk dolu bu kaleyi yaptırmakta zorlanacağınızı da sanmam. Para bahane Hükümdar manalı manalı bakar, "istesem bu kaleyi yekpare altından bile yaptırabilirim" der, "ama içinde halifenin payının olmasını arzuladım. Zira onun gönderdiği para daha helal, onun bahtı daha açık ve şüphesiz duası daha müstecaptır." Haydi gel de cevap ver. Otur da ağlama... Doğrusu o günlerde bir kaç uyanık Yahudinin yönettiği Hazarlar, Türk boyları için ciddi bir tehdit olurlar. Nitekim Hazar lideri Hakan Beh, İlteber Almuş'un kızını kaçırtmakla kalmaz, oğlunu da rehin tutar. Hasılı zikrolunan kale çok stratejik bir noktada kurulacaktır, bu yüzden bir an önce tamamlamaya bakar. Dilerseniz biraz da Hazarları anlatalım: Yahudiler yenilen savaşçılara hiç acımaz, mallarını ve hanımlarını başkasına dağıtır ve ağaçlarda sallandırırlar. Bu yüzden olacak Hazarlar çok yırtıcıdırlar, liderlerine secde eder, âdeta tapınırlar. Hakan Beh komşu hakanların eşlerini kızlarını kaçırtır, Müslümanları baskı altında tutar. Değişik bahanelerle müezzinleri paralatır, minareleri yıktırır. Hazarlar ölen hakanları için nehir yatağına 20 odalı bir saray yapar, içini dibac (değerli bir kumaş) ile kaplar, inci mercan zümrüt yakut ne kadar taş varsa dövüp, yanına koyarlar. Sonra nehri eski yatağına çevirir, kabri su altında bırakırlar. İnşaatta çalışanları mutlaka öldürür, tek şahit bırakmazlar. Ama Bulgarlar... Gelgelelim Bulgar Türkleri ağırbaşlıdırlar, kimseye zararları dokunmaz. Yalan, zina ve hırsızlığı eskiden beri suç sayar, zanileri, katilleri, şakileri aralarında barındırmazlar. İbn-i Fadlan bir ara Barancer adlı bir Bulgar kabilesine misafir olur ki sayıları 5 bini aşar. Bunlar diğerlerinden daha ihlaslıdırlar. Muhteşem kelimesinin aciz kaldığı ahşap mescitten ayrılmaz, kalplerini Rabbimizin zikri ile aydınlatırlar. Ne yazık ki ellerinde bir Kur'ân-ı kerimleri yoktur, zaten olsa da okuyamazlar. İbn-i Fadlan onlara lazım olacak sureleri öğretir, içlerinden birkaçını derinlemesine yetiştirip vekil koyar. Yine onun vesilesiyle Müslüman olan Tâlut adlı Bulgar "Muhammed" ismini alır, hanımı ve çocukları da halkaya katılırlar. Adamcağız ihlas sure-i celilesini öğrendiği gün sevinçten uçar, hani taht, taç verilse bu kadar mutlu olmaz.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.