>> Ahmet Sırrı Arvas >> İrfan Özfatura Bursa Çekirge Meydanından geçerken gözünüze ufacık tefecik bir mescid çarpar. Sanki çatıdan çıkan minik minaresiyle üzerine abanan apartmanlara kafa tutar. Tabeladaki yazıyı bir yerlerden hatırlar gibi olursunuz? Lamiî Çelebi... Lamiî Çelebi... Hiç yabancı değil, kimdi acaba? Hani Nefehât-ül Üns ve Şevâhidü'n-Nübüvve desek... Evet ta kendisi!.. Tabiiyya! Peki kabri? Onu pek soran olmaz, hoş arayan da bulamaz. Tophane'de yıkık bir cami haziresi... Otlar arasında kaybolmuş ufak tefek bir taş. Üzerinde girift sülüsle işlenmiş silik bir hat. Ünlü edip Şeyh Lâmiî burada yatıyor deseniz, kimseler inanmaz. Efendim... Lâmiî Çelebi Bursa'da doğar (H.877) . Fatih, Bayezid, Yavuz ve Kanuni devirlerini yaşar. Dedesi Ali ünlü bir ustadır. Tîmûr Hân'la Semerkand'a gider, Asyalı nakkaşlarla tanışıp sanatın inceliklerini kavrar. Yeşil Câmi ve Yeşil Türbe'yi öyle bir bezer ki görenler parmak ısırırlar. Marifete iltifat Babası Osman Çelebi Sofu Bâyezîd'in defterdârıdır. Annesi Dilşâd Hâtun da mürekkep yalamış kadındır, nitekim minik oğlunu dizi dibine oturtur, "daha ufak" demez rahle-i tedrise başlar. O günlerin Bursa'sı haza kültür merkezidir, âlimleri, fazılları ağırlar. Eh, Lamîi gibi istidatlı fidan, böylesi mümbit bir ilim ikliminde kuruyacak değildir ya. Çelebimiz toprağını sever, kök salar, ulemadan Molla Ehâveyn ve Molla Muhammed'e talebe olur, çınarlaşmaya başlar. Ulum-u akliye ve nakliye adına ne okutuluyorsa itmam eyler, icazetini alıp koynuna sokar. O günlerde medreseliler devlet hizmetinde bulunabilir, maişeti rahat kurtarırlar. Lâkin Lamîi Çelebi ilimde derinleşmeye bakar, geçim gailesini sıkıntı yapmaz. Biliyor musunuz peşine düşmeyince dünya onu kovalar, Fettâh-ı Nişâbûrî'den "Hüsn ü Dil"i tercüme etti diye Yavuz 35 akçe yevmiye bağlar. Hele Ferhâd-nâme tamam olunca, tutar koca bir köy bağışlar. İyi de o, parayı pulu n'etsin, elinde biriken dört bin akçe ile bir vakıf kurar. "Hâdimü'l-Fukarâ" olur, gurabaya hademelik yapar. Ve sıra gelir bir Allah dostu bulmaya, tasavvuf basamaklarını tırmanmaya... Lamîi Çelebi'nin Şâh-ı Nakşîbend hazretlerine karşı engin bir muhabbeti vardır, nitekim İstanbul'daki Nakşi büyüklerinden Seyyid Ahmed Buhârî'nin terbiyesinden geçer, mâ-sivâdan uzlet-ü hicret eyler. Molla Câmî'nin Nefehât-ül Üns ve Şevâhidü'n-Nübüvve'sini tercüme edince çok dua alır artık onu Câmî-i Rûm diye tanırlar. Herat nireee Bursa nire, lâkin iki nakşi bir şekilde rabıta kurar. Lâmiî Çelebi bir Bursa aşığıdır, evet "Yeşil şehir" camileriyle, medreseleriyle güzide bir İslam beldesidir. Ancak yanı başındaki dağ hâlâ "Keşiş Dağı" diye anılır ki üzerine onlarca manastır çöreklenmiştir. İnzivayı düşünen papazların Uludağ'a koşması anlaşılabilir ama kilise siyasete bigane kalamaz. Bizans rüyası gören ruhaniler eli kanlı casuslara yardım ve yataklık yaparlar. Osmanlı bunları rahatlıkla dağıtacak güçtedir, gelgelelim ecdadın lügatinde "yasakçılık" diye bir kelime bulunmaz. Baskının, sopanın çare olmadığını bilir, kuralına göre oynarlar. Ehli tasavvuf da aynı mıntıkada tekke ve dergâhlar kurar, kapılarını dervişlere açarlar. Vaktiyle imparatorun kadın oynattığı mevkilerde medreseliler mesire yapar. Kilimlerini meşe, kestane, çınar diplerine yayar, çiçeklere böceklere bakar, tefekküre dalarlar. Lamiî'nin ifadesiyle Keşiş Dağı cehaletin ve dalaletin pençesinden kurtulur, feyz dolar, bereket taşar. Sanırım Çelebimiz "Münâzarât-ı Bahâr u Şitâ" ile o mücadeleye vurgu yapar. Esere her zamanki gibi Besmele, Hamdele, Salvele ile girer ve İrem Bağını andıran Bursa'yı tasvire başlar. Efendim Bahar Sultan o yıl da kışlayı dağıtır, şehre kapanıp zevk-ü safa'ya dalar. Ama su uyur düşman uyumaz. Şehriyar-ı Şita (kış meliki) zemheri leşkerini toplar, biraz da kasırganın yardımıyla Uludağ'ı ablukaya alırlar. Nergiz kör olur, yasemen yele yenilir, nilüfer sele kapılır, bülbül dilini yutar. Yıldızlar söner, güneş saklanır, Bahar sultan amansız dertlere karar. Öyle ki kış, kaplıcaları bile bezdirir, garibin ciğeri buhar tutar. Gündüzler kaplumbağa gibi siner, geceler karga gibi kefen diker, şahinler avlanmaz olur, karıncalar derinlere gizlenirler. Mabedler boşalır, meyhaneler dolar, gül, lale, sümbül mateme bürünürler. Hasılı Şehriyar-ı şita onları gafil avlar, önce tepeleri, sonra vadileri basar. Bahar Sultan ise sahillere çekilip soluklanmaya bakar. Şanı yüce olan, muvahhidleri kazandıran, insanları öldükten sonra bile canlandıran Allahü teâlânın tevfik ve inayetiyle asker toplar. Şiddetten gözü yılan bad-ı sabâ da onlara katılır. Hep birlikte Uludağ eteklerine gelip saf tutarlar. Sıra sultanda Çimenler, sebzeler piyade olur, semen, babunç, nesteren yasemen ağanın emrinde Yeniçeri misillü sıralanırlar. Nilûfer güneş gibi parlar, süsen kuleler kurar, karanfil külah takar, zerrinler tolga kuşanırlar. Zambak ise kethüdalık yapar. Ak bulutlarla kara bulutlar tüfenkçiler misali çarpışır, şimşekler çakar, yıldırımlar yağar. Derken ay gümüşten, güneş altından teflerle raksa başlar. Bahar Sultanın askerleri Mollaalan üzerinden Duğlubaba'ya yönelirler ve Uludağ kardan buzdan kurtulmaya başlar. Botanikçiler ne yazık ki Lamiî Çelebi'nin bahsettiği bitkileri (mesela nefis reçelleri yapılan kuşüzümlerini) artık bulamazlar. Hasılı bu kıssadan bir hisse de "çevrecilere" çıkar. > Sivrisinek saz Lâmii Çelebi zengin cahillerden çok bizardır. Âlimler, edipler sığıntı gibi kapı önlerine ilişirken onlar baş köşelere kurulur, keyifle yayılırlar. İşte böylesi davetlerden birinde ev sahibi çaresizlikle ellerini iki yana açar. Lâmiî"Mu'teberdir cihanda dûn-ü denî / Daima zillet üzere ehl-i hüner / Hâl-i âlem misâl-i deryadır / Gevher-i pâk zîr ü cîfe zeber" (Dünyada alçaklar itibar görür, hüner sahipleri aşağılanırlar. Zaten bu âlem denize benzer, altın dibe çöker, necaset yüzer) demekten kendini alamaz. Ne söz ama... Anlayana...