Vakti zamanında Kureyşliler de Efendimizi sever, sayar, doğruluğundan zerre kadar şüphe duymazlar. Hatta onu "Muhammed-ül emin" diye anarlar. Taa ki İslam'ı yaymakla vazifelendirildiğini açıklayıncaya kadar... Bir anda hısımlar hasım kesilir, dostlar düşman... Ona ve ona inananlara akla gelmez eziyetler yaparlar. Aradan dokuz koca yıl geçer, sadece bir avuç nasipli Müslüman olur, o kadar... Server-i âlem kutlu Hicretten bir yıl kadar önce yanlarına Zeyd bin Hârise'yi alarak Tâif'e gider, halka nasîhatte bulunurlar. Tam bir ay (dile kolay) muhatap arar, genç demez, yaşlı demez her rastladıklarına İslam'ı anlatırlar. Düşünebiliyor musunuz biri bile iman etmez, ince ince alaya alır, pis pis sırıtırlar. Nineveli Addâs Çoğu kez ardlarından kahkahalar yükselir, zaman zaman hakarete uğrarlar. En acısı da haşarı veledler tarafından kuşatılır ve taşa tutulurlar. Zeyd, Efendimize siper olur, başı yarılır, yüzü gözü kana bulanır. Efendimizin mübarek bacakları ona keza... Açlık, susuzluk, yorgunluk umurlarında değildir ama... Ah, yüzlerine bir bakan, birkaç cümle dinleyen çıksa... Taif'ten sıcak bir saatte ayrılmak zorunda kalır, bir bağ kenarında oturup soluklanmaya çalışırlar. Onların perişan halini gören iki kardeş (Utbe ve Şeybe) köleleri Addâs ile birer salkım üzüm yollarlar. Server-i âlem besmele ile başlar, Hristiyan asıllı Addâs çok şaşar: "Yıllardır buralardayım, kimseden duymadım. Bu nasıl söz?" diye sorar. - Sen nerelisin? - Nineveliyim. - Yunûs aleyhisselâmın memleketinden imişsin. - Sen Yûnus'u nereden biliyorsun? Onu, buralarda kimse tanımaz. - O benim kardeşimdir. O da, benim gibi Peygamber idi. Addâs; "Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sâhibi yalancı olamaz. İnandım ki, Sen Allah'ın Resûlüsün" der ve Taif'te de bir meşale yanar... Mekke'ye gece karanlığında varırlar, her taraf müşrik kaynar, düşmanlar acımasız ve saldırgandırlar. Gidilecek emin bir yer yoktur, Efendimiz amcası Ebû Tâlib'in kızı Fahite'nin (Ümm-i Hânî) kapısını çalar. Fahite merttir, cömerttir, amcası oğlu Muhammed'in farklı olduğunu bilir ona hizmeti şeref sayar. Ellerini iki yana açıp "geleceğini bilsem yemek hazırlardım" diye fısıldar. Server-i Kâinat, yiyecek, içecek istemez, sadece ibâdet edecek bir yer ve abdest alacak kadar su arzular. Ümm-i Hânî, bir hasır serer, leğeni, ibriği önüne koyar. Dahası babasının kılıcını beline takar, sabaha kadar evin etrafında dolanıp nöbet tutar. Değerli misafirini korumak için canını ortaya koyar, en ufak çıtırtıyı bile kaçırmaz, bir o yana, bir bu yana koşar. Aşırı dikkat yüzünden tez yorulur, göz kapakları ağırlaşmaya, kafası düşmeye başlar. Sonrasını biliyorsunuz... Efendimiz abdestlerini alır, yalvarmağa, af dilemeğe, kulların hidayeti, saâdeti için duâya başlarlar. Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma; Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübârek bedenini, nâzik kalbini incittim. O yine de bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbir şey düşünmüyor. Git! Habîbimi getir! Cennet'imi, Cehennem'imi göster. O'na ve O'nu sevenlere hazırladığım nîmetleri görsün. O'na inanmayanlara, incitenlere hazırladığım azapları görsün. O'nu ben teselli edeceğim. Nâzik kalbinin yaralarını ben gidereceğim" buyurur. Ve kutlu Miraç vuku bulur. Seni üzerler Kabe-i muazzama... Burak... Mescid-i Aksâ... Sidretülmüntehâ... Refref... Kürsi... Arş-ı âlâ... Efendimiz, bilinmeyen, anlaşılmayan, anlatılamayan bir şekilde, mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Rabbiyle konuşur, hiçbir mahlûka verilmeyen nîmetlere kavuşur... Sonra yine Kudüs'e, oradan Mekke-i Mükerreme ve Ümm-i Hânî'nin gösterdiği odaya... Sabah olur. Efendimiz, Mîrâcını "ilk kez" amca kızına anlatırlar. Ümm-i Hânî "Ey amcamın oğlu" diye ikaz eder, "sakın bunu Kureyşlilere söyleme! Seni yalanlar, alaya alırlar!" -Vallahi ben bunu onlara söyleyeceğim. Söylerler de. Sıddıklar da ortaya çıkar, Ebu Cehiller de... > Kız kardeş gibi... Efendimizin yetim olduğunu biliyorsunuz, dedesi Abdülmuttalib'in vefatından sonra ona amcası Ebû Talib sahip çıkar. Ebû Talib, gül yüzlü yeğenini bağrına basar, hatta kendi evladından üstün tutar. Bu nasıl bir şefkattir bilinmez, yeğeni elini uzatmadıkça yemeğe bile başlamaz. Sonra alır uzak illere götürür (mesela Busra'ya), asla yanından sayırmaz. Ebû Talib'in 4 oğlu (Talib, Akil, Cafer ve Ali) ve iki kızı (Cümane ve Fahite) vardır. Efendimiz hepsini kardeşi gibi sever, evin minik kızlarına ağabeylik yapar. Aradan uzuuun yıllar geçer. Ne yazık ki Fahite'nin kocası Hübeyre bin Ebî Vehb müşrikler arasında yer alır. Bu yüzden olacak, müminlerin Medine'ye yürüdükleri yıllarda muhacirlere katılamaz. Ancak Mükerrem beldenin fethedildiği gün Kureyş kadınlarını peşine takar, Efendimizin yanına gelip, imanını açıklar. Fahr-i âlem (Sallallahü aleyhi ve sellem) zaman zaman onu ziyaret eder, hatta bir keresinde kuşluk namazını hanesinde kılarlar. Fahite Hatun bu ziyaretten çok memnun olur, kebaplar yapamadığına, börekler açamadığına yanar. Efendimiz kuru bir somunu su ile yumuşatır, üzerine tuz ekip sirkeye banar ve "Ey Ümmü Hâni, sirke ne iyi yemektir. Sirke bulunan ev fakir olmaz" buyururlar. Bir keresinde de kendisine sunulan şerbet kasesinden bir miktar içer, kalanını amca kızına uzatırlar. Fahite Hatun o gün nafile oruca niyetlidir ama Efendimizin elini geri çeviremez, alır ve yudumlar. Fahite'nin (Radıyallahu anha) vefât târihi belli değilse de bilinen bir şey var, kardeşi Ali'den (Kerremallahü Vecheh) daha fazla yaşar...