1946 Belfast doğumlu George Best, sabah akşam futbol konuşulan bir evde büyüyor. Her İrlandalı gibi o da topla yatıyor, topla kalkıyor. Daha bacak kadar veledken attığı kıvrak çalımlarla mahalle takımının as elemanı oluyor. Büyükleri "amatör kümede terleyip pişmelisin" deseler de, Manchester United'in alt yapısına giriyor. İki ayağını da mükemmel kullanan becerikli çocuk teknik kadronun dikkatini çekiyor. Olacak bu ya sakatlıklar yüzünden adam bulmakta zorlanan antrenör ona bir şans veriyor. Henüz 17 yaşında sahaya çıkan Best, bir daha formasını kaptırmıyor. Yetmiyor ertesi yıl Kuzey İrlanda milli takımında yer buluyor. Bir anda zirveye tırmanıp "efsane" oluyor. Best, şiir gibi oyunuyla Ada futboluna yeni bir soluk getiriyor. Manchester adına 178 kez fileleri havalandırıyor, milli formayla tam 10 gole imza atıyor. Açtığı ortalar, yaptığı asistler rakamlara sığmıyor. Hepsi bir yana balerin gibi sekiyor, füze gibi çakıyor, müdafaa oyuncularının belini kırıp, ipe diziyor. Kiminin üstünden aşırıyor, kimine bacakarası yapıyor. İki kişinin üç kişinin arasına girip girip çıkıyor, çizgi üzerinde çalım atıyor. Ne çelmeyle düşüyor, ne omuzla yıkılıyor, fuleli adımlarıyla beklere fark atıyor. Bu denge yıllar sonra biraz biraz Maradona'da görülüyor. Yanisi şu ki seyircinin gözünü de doyuruyor. Zaten yakışıklı mı yakışıklı, genç kızlar onun için deli divane oluyor. Ah o şöhret... George Best, 1966 Avrupa Kupası Çeyrek Finalinde "katı savunma yapın, sahanızdan ayrılmayın" diyen antrenörü Matt Busby'i dinlemiyor, ilk 12 dakikada Benfica'ya iki gol atıp adamları deplasmanda yıkıyor. Ertesi gün Portekiz gazeteleri 'El Beatle' manşetiyle çıkıyor. Yönetim George Best gibi bir sağaçık varken başka alternatif düşünmüyor. Nitekim genç oyuncu 1966-1967 sezonunda Manchester United'ı zirveye taşıyor, dahası 1968'de Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazandırıyor. Artık bütün dünya ondan söz ediyor, Pele bile "gördüğüm en iyi futbolcu" deyip methiyeler yağdırıyor. İngilizler onu "V. Beatle" lakabıyla anıyor, futbolumuzun James Dean'i diye tanıtıyor. Ünlü yıldızdan hakemler bile çekiniyor, göstere göstere yaptığı faullerde bile kart çıkmıyor. Futbol zekası ve top tekniği ile "nambırvan" olan Best zirveye hızlı çıkıyor ama zirvede kalamıyor. Alkışlarla başı dönen asi çocuk, antrenmanları sallamıyor, terlemeden oynamaya kalkıyor. Bütün gece bar pavyon dolanıp hovardalık yapıyor, sahaya çıktığında leş gibi alkol kokuyor. Nus ile uslanmayanı Best'in takım arkadaşı Michael Parkinson "yazık" diyor, "Best'in ne kadar best (en iyi) olduğu ortada ama bunu bir tek kendi bilmiyor". O yıllarda birlikte yaşadığı Gina DeVivo, The Sun'a yaptığı açıklamada "George vücuduna düşman" diyor "sanki ölmek istiyor!" Düşünün 1968 yılında Avrupa'da Yılın Futbolcusu seçilen Best ertesi yıl hayalet gibi dolanıyor. Bir zamanlar sağından atıp solundan geçtiği müdafaa oyuncuları Çin Seddi gibi aşılmaz oluyor. Hani kabiliyet de bir yere kadar, koşmayan, basmayan, top kovalamayan adam neye yarar? Nitekim yöneticiler "kusura bakma koçum" deyip kapıyı gösteriyor. George Best büyük şöhreti ile Fulham'da yer bulmakta zorlanmıyor ama damarlarında dolanan alkol yüzünden ayaklarını sürükleyemiyor. Sert ve süratli futboluyla tanınan İngiltere liginde hiç şansı kalmıyor. O da ABD'ye gidip Los Angeles Aztecs'te oynuyor. Oynamak kelimesi biraz fazla, Aztecs dediğin zaten çadır tiyatrosu, gösteri maçlarında şov filan yapıyor. Kendi düşen ağlar Best, işret girdabına bilerek ve isteyerek giriyor, gazetecilerle "bir keresinde alkol ve fuhşu bırakmıştım, hayatta geçirdiğim en berbat yarım saatti" gibilerinden makara yapıyor. İstese futbol dehası ile adından söz ettirecek bir teknik direktör olabilir ama fahişelerin kucağından inmiyor, eve küfeyle dönüyor. Hal böyle olunca mahalle takımlarından bile teklif gelmiyor. George Best elbette geri zekalı değil ve başına gelecekleri iyi biliyor. Lâkin büyük bir hızla mâlum sona doğru yaklaşırken bile hekimlerine aldırmıyor. Hem hazıra dağ dayanmıyor, serveti hızla tükeniyor. Artık ispirtocular gibi ucuz içkilere dadanıyor, pasaklı varoş dilberlerine takılıyor. Cebindeki son şilinleride müskirata yatırıyor, günde 10 şişe şarap, iki kasa bira deviriyor. Nitekim karaciğeri iflas ediyor ama doktora verecek metelik kalmıyor. İşte burada İngiliz Hükümeti devreye giriyor. Londra Cromwell Hastanesi'ne kaldırılıyor ve alelacele karaciğer nakli yapılıyor. Hekimler kulağını büküp "bak Corc" diyorlar, "eğer bir kadeh daha alırsan mevta olursun!" Bizimki gülüp geçiyor, bırakın kadehleri, fıçılarda yüzüyor. İş işten geçince Nakledilen karaciğer de tükenince Best tekrar hastaneye düşüyor. Bu gidişin dönüşü yok, zaten akıbetini adı gibi biliyor. Baş ucunda bekleyen oğlu Callum ile 87 yaşındaki babasını gördükçe hüzünleniyor. "Söyleyin gençlere benim gibi olmasınlar, benim gibi ölmesinler" diyor. Yaşam destek cihazına bağlıyken çekilen resimlerini "ibret-i âlem için" News of the World gazetesine yolluyor, yayınlanmasını istiyor. Bu arada organlarını bağışlıyor ama neresini tutsanız elinizde kalıyor, kalp tekliyor, böbrekler enfekte çıkıyor, ciğeri zaten "beş para" etmiyor. Aslında George Best öyle yıllarca top kovalayan bir star değil, sadece üç beş sezon oynuyor ama derin bir iz bırakıyor. Hani bir de kendine baksa, disiplinli olsa... İnsanın "yıkılsın meyhaneler" diye çığırası geliyor...