İhtilalci militan Ali Suavi

A -
A +

Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın torunları İsmail ve M. Fazıl Hidivliği paylaşamayınca Sultan Abdülaziz vaziyete el koyar, teamüllerin gerektirdiği gibi makamı ağabey İsmail'e bırakır, küçük kardeşi de İstanbul'a çağırıp "Meclis-i Hazain (hazine meclisi) Reisi" yapar. Hidiv İsmail Paşa, Mısır yönetimindeki veraset hakkını kaybeden kardeşine 4.5 milyon Sterlin (devlet bütçesi gibi bir şey) bağışlarsa da gönlünü alamaz. Hidivzadelikten hidivzedeliğe düşen M. Fazıl devlete millete küser ve intikam için yanıp tutuşmaya başlar. Böylesine muhteşem bir serveti varken pekala İstanbul'u karıştırabilir, istedikten sonra kolayca fitne kazanı kurar. Nitekim gider Paris Şanzelize'de bir saray yavrusuna kurulur ve Avrupalı masonlarla düşüp kalkmaya başlar. Kafasında fötr şapka, yanında metres, elinde iskambil kağıtları aynen bir batılı gibi yaşar. Kendini Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin reisi ilan eder, Namık Kemal, Ziya Bey, Ali Suavi gibi sivri isimleri Avrupa'ya çağırıp gazeteler çıkarır, tetikçilerini kâh padişahın, kâh sadrazamın üstüne salar. Ali darbe yap! Elinde medya gücü olunca ideoloji pazarlamaya kalkan görgüsüz mirasyedi, Abdülaziz Han'a "derhal laik sisteme geçilmesi" için baskı yapar. Bu yersiz ve zamansız çıkışa Batılılar bile şaşar, nitekim David Urquhart "Paşa anormal bir servete sahip, fakat idraktan mahrum. Türk karakterinden asla nasibi olmayan, parasını ahlâksızca harcayan bir adam... Varlığı din ile kaim olan ve kanun hakimiyetini bu sayede sağlayan Müslümanların halifesine laiklik teklifinde bulunmak aptallıktır" demekten kaçmaz. M. Fazıl Paşa, bir yandan kalemşorlarına gaz verir, bir yandan Avrupa seyahatine çıkan Sultan Abdülaziz'i hürmetle karşılar. İngiltere Veliaht Prensi de Gale'ın vesilesiyle barışmayı başarır ve ayaküstü nazırlığı kapar. Sultan'ı Türkiye'ye uğurladıktan sonra, ne olur ne olmaz diye elindeki muhalif gücü örgütler, "Jeune Turquie Cemiyeti"ni kurar. Adları Jöntürk ise de aralarındaki ecnebiler göze batar. M. Fazıl Paşa koltuğuna kavuşunca, ayaklandırdığı çocukları yolda koyar. Nitekim Tanpınar "muhtelif zümre ve muhitlerin, idealist gençleri istismar etmesi ola gelmiştir" der, "Yeni Osmanlılar da böyle oldu. Vatan gemisinin delinmesine mani olmaya çalışanların gayeleri meşru ama vasıtaları gayri meşru idi, bir türlü ihtilalcilikten kurtulamadılar." Dönelim geriye... Gelelim Ali Suavi'ye... İstanbul Cerrahpaşa semtinde doğan hırslı yazar, mührecilik yapan bir fukaranın oğludur, sıradan bir tahsil bile alamaz. Cahil cesur olur derler ya Ali Suavi mektep medrese görmediği halde vaizliğe kalkar. İlmi nakıslığını lâf kalabalığı ile örtmeye bakar, halk ağzı kullandığı için hayli taraftar toplar. Sami Paşa maarif nazırlığı yıllarında onu Bursa Rüşdiyesi'ne muallim olarak yollar. Ancak Bursalılar ondan hiç hoşlanmaz, şehirde barındırmazlar. Gelgelelim Sami Paşa, Ali Suavi'yi himayede kararlıdır, bu kez tayinini Filibe Rüşdiyesine çıkarır. Daha sonra Sofya'da ticaret mahkemesi reisliğini sunar, bir ara tahrirat memurluğu (hafiyelik) yapar. Ali Suavi önde durmaktan, alkışlanmaktan hoşlanır. İngilizler onun bu hırsından yararlanır, cehlini bilmelerine rağmen "müctehid" ilan eder, halifeye karşı kullanırlar. İstanbul'a dönen Suavi, bir taraftan Şehzade Camii'nde kürsüye çıkar, diğer taraftan Philip Efendinin gazetesinde (Muhbir) devlet aleyhinde makaleler yazar. Bu yüzden Kastamonu'da ikamete mecbur edilirse de M. Fazıl Paşa onu Paris'e kaçırtır. Burada sil baştan Muhbir'i çıkarır ve hamisinin avukatlığını yapar. Ancak muhalefetin dozunu kaçırıp da anarşiye çanak tutunca Fransızlar bile bizar olur, gazeteyi kapatırlar. Gerçi ardında M. Fazıl Paşa'nın desteği varken değişen bir şey olmaz bizimki İngiltere'ye geçer işine bakar. "Le Mukhbir", "The Mukhbir" olur, o kadar. Ali Suavi gölgesiyle kavgalı bir tiptir, yoldaşlarını kolay harcar. Nitekim Londra'da Sadrazâm Ali Paşa'nın katline fetva veren bir yazı yazıp Paris'e kaçar, kalem arkadaşlarını okkanın altına atar. Namık Kemal onun hakkında "ikiyüzlü, cahil, garazkâr, yedi sekiz lisan bildiğini iddia eden ama iki cümleyi bir araya getiremeyen şarlatan, mağrur maskara" demekten kaçınmaz. Neyse Londra'da Mary adlı bir İngiliz'le evlenen Ali Suavi'nin satırlarından zaman zaman vatanperver bir üslup sızar, Abdülhamid Han sırf bu yüzden onu affeder, hatta Galatasaray Sultanisine müdür yapar. Ali Suavi okulda Müslüman çocuklarını kollar, azınlıklara mesafe koyar. Ancak hanımı da mektebe demir atar, kadın neticede İngiliz'dir, kendini sakınmaz. Okulun arsız talebeleri edepsiz espriler yapar, akıllarını fikirlerin Mrs Mary ile bozarlar. Disiplinin çivisi çıkınca, müfettişler devreye girer ve onu görevden alırlar. Sırf bu yüzden Abdülhamid Han'a hasım kesilir, intikam için fırsat kollar. Nitekim ağabeylerden ve biraderlerden aldığı cesaretle (zira bu iş onun boyunu aşar) ve tam da Rusların kapıya dayandığı günlerde Rumeli muhacirlerini ardına takar. Beş yüz maceracıyla Çırağan Sarayını basıp, muhafızların silahlarına el koyarlar. Camı çerçeveyi dağıtır, bağırıp çağırarak V. Murad'ı sultan yapmaya kalkarlar. Zorla padişah... Mesudiye Zırhlısı az ötede beklemektedir, V. Murat güverteye basar basmaz topları ateşleyip cülusu ilan edecek, Abdülhamid Han'dan kolayca kurtulacaktırlar. Ancak V. Murad asaletini gösterir, bu yakışıksız eyleme alet olmaz. Plan suya düşünce Ali Suavi terbiyesini bozar "eğer sen rızanla padişah olmazsan biz seni cebren padişah yapmasını biliriz" der, tabancasını sırtına dayar. Israrla "ağabeyime ne yaptınız" diye soran Murat Han'ı susturur, koluna girip sürüklemeye başlar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.