İlahi lütuflara mazhar Mazhar-ı Cân-ı Cânân

A -
A +

Şâh Abdürrahmân Kâdirî'nin sohbetlerinde yetişen Mirzâ Cân şecâat, sehâvet, mürüvvet ehli bir seyyiddir, devlet işlerinden de iyi anlar. Düşünün Asya'da ferman okutan hakanlar gelip ondan akıl sorarlar. Hele Timuroğulları Ehl-i beyte pek hürmetkârdırlar, Seyyid Mirzâ'nın da elinden tutarlar. Yüksek makâmlara oturtur, salahiyetle donatırlar. Belki de vezir, nazır olacaktır ama o şaşılacak bir şey yapar, devlet kapısını terk edip alın teri ile geçinmeye başlar. Sıkıntıya düşen bir dostuna kızının nikâhı için ayırdığı paraları da yollayınca tek pul dünyalığı kalmaz. İşte Mazhar, sadece Allah ve Resulullah aşkından konuşulan o evde doğar (11 Ramazan 1111, Cuma) beşiği ilahilerle sallanır, alnında rüşd ve hidâyet nurları parlar. Mahzar-ı Cân-ı Cânân en gözde âlimlerde okur, en ehil ustalardan sanat öğrenir "altın bileziği" koluna takar. Zamanın güneşi Hocası Muhammed Efdal hal ehli bir zattır. Mazhar'a kendi takkesini hediye eder ki giydi mi zihni açılır, grift mevzuları kolayca kavrar. Hasılı aklî ve naklî ilimleri hızla tamamlar, henüz 16 yaşında ders vermeye başlar. Seyyid Mazhar, akıl almaz nimetlere mazhar olur, mesela meşayıh-ı kiram ile rahatça görüşür, düşünün müşkillerini Hazret-i Ebubekir'e sorar... Mektubat okudukça İmâm-ı Rabbânî hazretlerine meftun olur, büyük veli ile aralarında berrak bir rabıta başlar. İyi de bütün bunların bir izahı olmalıdır, gider hallerini Seyyid Nur Muhammed Bedâyunî hazretlerine açar. Büyük Veli, genç talibi şefkatle bağrına basar. Mazhar, hızla mesafe alır, kalbi zikre başlar. Cezbesi zaten çok güçlüdür, yemeyi içmeyi, uykuyu istirahati unutur, insanlardan uzaklaşıp kuytularda yaşar. Yıllarca çile çeker, yağmur çamur, yırtıcı hayvanlar... Kuru yapraklarla karın doyurduğu günler olur, sıkıntılara katlandıkça derecesi artar. Nur Muhammed Bedâyunî, onu güneşe benzetir ve "sana mânâ âleminde Şemseddîn Habîbullah ismi verildi" buyururlar. "Daha gençtir" demez icâzetini yazar, o günden sonra talebelerinin çoğunu ona yollar. Derslerine ulema ve umera da katılır. Mîr Müsliman, Senâullah Pâni-pütî, Gulâm Kâki, Seyyid Alîmullah, Seyyid Abdullah Dehlevî gibi talipler çok şey kazanırlar. Bu arada Nevvâb Han Firuzcenk ve Afgan serdarları kapısına gelir, devlet nizâmı hususunda fikrini sorarlar. Doğrusu o bir deryadır, eğitimden, sağlıktan, iktisattan, hatta silah imalatından anlar. İstişare eden pişman olmaz. Kanaat hazine Hanlar, hakanlar, zaman zaman hediye yollasalar da elini sürmeden fakirlere dağıttırır, sadece kendi emeği ile kazandıklarını harcar. Devrin pâdişâhı Muhammed Şâh ve vezîr Kameruddîn Hân defalarca talebelere bakmayı, hiç olmazsa bir dergâh yaptırmayı teklif etseler de, "bizim için her yer birdir. Allahü teâlâ rızıklarımızı takdir etmiştir. Dervişe hazîne olarak sabır ve kanâat yetişir" buyururlar. Günün birinde komutanın teki dergâha sepet sepet enbe (bir nevi Hind kirazı) yollar ama mübarek, kapıdan içeri sokmaz. Talebeleri şaşırır, hatta mahçup olurlar. Ne zaman ki köylüler gelip "askerler bahçelerimizi talan etti" diye ağlaşır, hikmetini anlarlar. Bir iftar sofrasında gâfil birinin sunduğu ekmekten tadınca batınları bulanır, kurtulabilmek için sabahlara kadar ağlar, yalvarırlar. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri "şayet şüpheli bir lokma, o nur deryasını bile dalgalandırdıysa" der, "vay gelmiş başımıza!" Mazhar-ı Cân-ı Cânan hazretleri "Her neye kavuştuysam, hocalarıma olan muhabbetimdendir" der, amellerine güvenmez, ibadetlerini noksan ve kusurlu bulurlar . Verâ-ül-verâ Bir gece rüyasında kâinâtın serverini görür ve o kadar yakındırlar ki mübârek nefesleri yüzüne çarpar, misler güller gibi kokar. Nasıl bir muhabbet? Adeta içi yanar. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mahdumları su getirip sunarlar, kana kana yudumlar. Efendimiz "Mektubattan hatırladığın bir yer varsa oku" buyururlar. "Allahü teâlâ verâ-ül-verâ'dır (ötelerin ötesidir), akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir" satırlarını okur. Resul-i Ekrem (Sallallahü aleyhi ve sellem) çok beğenir, tekrar okuturlar. Müceddîd-i elf-i sânî hakkında "Ümmetimde onun benzeri yok" buyururlar. Mazhar-ı Cân-ı Cânân kendini tamâmen nur ve huzur içinde bulur, o rüyanın bereketiyle günlerce acıkmaz, susamaz. Büyük veli, bir keresinde günahkâr bir kadının kabri yanına oturur, mevtanın sıkıntıda olduğunu anlar. Derhal hatm-i tehlîl (70 bin Kelime-i tevhîd) okur, sevâbını ruhuna bağışlar. "Elhamdülillah, îmânı varmış. Kelime-i tayyibe tesîrini gösterdi, azâbdan kurtuldu" müjdesinde bulunurlar. Şehadet arzusu Yakınlarına "kalbimden ne geçtiyse ve hangi nîmete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ ihsân etti. Beni İslâm-ı hakîkî ile şereflendirdi, sâlih amel ve istikâmet verdi. Bildirilen makamların hepsine kavuştum, sadece şehitlik hariç. Hocalarımın çoğu şehadet şerbetini içti, zâhirî ve bâtınî şehâdete ulaştılar. Ne yazık ki yaşlandım, cihâd edecek gücüm, tâkatim kalmadı" diye dert yanar. Vefâtlarından önce Hakk'a yürümenin, büyüklerle buluşmanın heyecanı sarar. Uzaktan yakından gelen dostlarla vedalaşırlar. O gece Moğol asıllı Mecusîler ziyaretçi gibi odaya dolar, ansızın hançerlerini çekip vurmaya başlarlar. (Muharrem/1195) Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri hadiseden üç gün sonra, (Aşure Günü ve Cuma) ellerini açar, Fâtiha-i şerîfi okur, üç defâ derin nefes alır ve nurlu gözlerini yumar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.