İtfaiye paşası Kont Seçini

A -
A +

İstanbul'da yer yer ahşabın yer yer taşın hakimiyeti vardır. Zira şehir zaman zaman yangınlar, zaman zaman da depremler yaşar. Bu yüzden mimari zikzak yapar. Balat ve Beyoğlu yandığı için taş, Kadırga ve Süleymaniye yıkıldığı için ahşaptır. Ama otuzlu yılların Belediye Başkanları yangınların yakamadıklarını yakar depremlerin yıkamadıklarını yıkar, şekilsiz bir cadde (Fevzipaşa, Vatan, Millet, Ordu) için yüzlerce camiyi, çeşmeyi, tekkeyi, türbeyi ortadan kaldırırlar. Neyse... Efendim insanoğlu ateşi buldu ve... Al sana koca bir yalan. Kimse ateşi filan bulmadı o Âdem aleyhisselamdan beri var. Etiler... Hititler... Gelmiş geçmiş bütün medeniyetler hem ateş yakar, hem ateşle boğuşurlar. Yangın şehirlerin kâbusudur, Müslümanlar minareleri, gözetleme kulesi, şerefeleri ikaz mahalli yapar, gece boyu müteyakkız dururlar. Osmanlı bunu bir adım öne taşır, gönüllüleri örgütleyip önlerini açar. Kanuni ve Sultan Murat yeni yapılan evlerin saçaklarının birbirine uzak tutulması ve her kapının önüne su fıçısı konulması hakkında fermanlar yayınlar. Yangınla topyekûn boğuşur, kaçanın ifadesini alırlar. Tulumbacı takımı İşte, Tophane sırtlarında çıkan bir yangında Davut Ağa adlı bir mühendis yaptığı tulumba ile suyu minare boyu püskürtür, uzak noktalara ulaştırır. Padişah bu tulumbayı çok beğenir, onlardan onlarca ısmarlar (1714) değişik semtlere yollar. Başlarına birer manga Yeniçeri bırakır, yangını büyümeden önlemeye çalışırlar. Bu tulumbalar 120 kiloyu aşar, haliyle omuz kırar. Ancak Bostancıbaşının adamları hem emen hem basan pompalar imal ederler ki üstelik bunlar okka tutmaz. Şimdi daha da hızlanırlar ama Yeniçeri Ocağı kapanınca (Vaka-i Hayriye) işler sarpa sarar. Bu boşluğu mahalle gençleri doldurur, atik, tetik ve korkusuz civanlar bir araya gelir, hayrına yangın kovalarlar. Gel zaman git zaman tulumbacılar asayişten de mes'ul oldukları zehabına kapılırlar. Kısık gözleriyle geleni geçeni keser, akılları sıra hırlıyı, hırsızdan ayırırlar. Çöplüklerinde dolanan yabancılara "birine mi baktın bilader" diye hesap sorarlar. Bu külhaniler zaman zaman hadlerini aşsalar da mahalleli onları sever, hatta iaşelerini (teşkilat sandığından) karşılar. Her takım az çok bıçkındır ama Mevlanakapılılar, Firuzağalılar ve Çeşmemeydanlılar alayına fark atar. Tulumbacılar kendilerine de lâkap takar yangına koşarken "hayda bre civelekler, kim tutar sizi" diye naralanırlar. Gelelim esasa. Şimdi gece oldu ya. Bizimkiler mekâna takılır, koğuş bozmasında yayılır, bayılır olmadı uzun otururlar. Ama "köşkçü" gözünü bile kırpmaz, ufacık bir alev ya da cılız bir duman görse ortalığı yıkar. Zira İstanbul'un ahşap evleri nice kış ve bunca yazdan sonra gevrer, çıra gibi olurlar. Kaldı ki şahnişinler (çıkmalar) ve cumbalar neredeyse birbirine değer, alevler hızla yayılırlar. Reis işaret verir vermez koğuştakiler yola koyulur, gönüllüler de onlara katılırlar. İşte burada en büyük vazife fenerciye düşer. İstanbul'un dar ve bozuk sokaklarını iyi bilen fenerciler kâh "yalama var" (kaygan zemin) kâh "atlama var" (çukur ya da tümsek) diyerek ekibi uyandırır, sandığın devrilmeden menziline varmasını sağlarlar. Bunlar yangın mahallinde ilk buldukları kuyuya tulumba salar, "Ya Allah Ya settar" diyerek kollara asılırlar. Diyeceksiniz ki aynı yangına iki tulumbacı grubu koşarsa! İşte o zaman görülmemiş bir yarış başlar. Hadise mahalline ilk varan takım koçu kapar, diğerleri madara olurlar. Tulumbacı grupları önce yangınla, sonra birbirleriyle boğuşur, çoğu kez cıngar çıkarırlar. Bazen bahşişleri üleşir, bazen de külliyen diğer takıma bırakırlar. Diyelim yangın söndü, takımlar neşe içinde semtlerine döner, reislerini omuzlarına alır çatlak sesleriyle "yangın olur, biz yangına gideriz" şarkısını çığırırlar. Yıl 1874... Abdülaziz Han tulumbacıların aciz kaldığı bir yangında tedbir sorar. Sultana Budapeşte'de "asrın yangını"nı mahirane usullerle söndüren Macaristan İtfaiyeciler Başkanı Kont Öden Szecheny'den söz açarlar. Ki bu zatın mevzuyla ilgili yayınlanmış eserleri vardır üstelik yapılanma şeması hakkında ciddi ciddi kafa yorar. Sultan, ünlü itfaiyeciyi İstanbul'a çağırtır, fikir sorar. Kont Seçini 4 kara taburunu eğitir, bildiklerini paylaşmaktan zevk duyar. Macar'ın İstanbullusu Bilirsiniz Abdülhamid Han mesleğinde zirve olan batılıları konaklarda ağırlar, omuzlarına apoletler, göğüslerine nişanlar takar, elin ecnebisini "paşa" yapmaktan sakınmaz. Onlar eliyle müesseseler kurar, çocuklarımızı yetiştirmeye bakar. Nitekim Abdülazizli yıllarda birkaç ay İstanbul'da kalan Kont Seçini'yi de atlamaz. Adamı allı pullu davetiyelerle Dersaadet'e çağırır, teşkilatı emrine sunar (1877). Seçini Paşa tam 48 yıl İstanbul İtfaiyesini yönetir, sayısız yangını söndürmekle kalmaz, deniz itfaiyesini de hizmete geçirip Avrupalılara fark atar. Galata, Bayezid ve İcadiye Kulesinde (Vaniköy sırtlarında) gece boyu gözcülük yaptırır, yangını yedi pare top atışıyla duyururlar. Halk kulelerden sallandırılan işaret fenerlerini kitap gibi okur yangının nerede olduğunu anlar. İşareti çıkaramayanlar köşklülere sorarlar, ki "oğlan" denirse sur içindedir, "kız" denirse sur dışında... Doğrusu Seçini Paşa insanımızı iyi tanır, halkı da işin içine katar. Bu Macar asilzadesi (milli kahraman Istvan'ın oğlu olmasına rağmen) kendini İstanbullu sayar. Bir Türk kadını ile evlenip İslâm'ı seçtiği söylenirse de cenazesine Hıristiyanlar sahip çıkar, alır götürür Feriköy Katolik mezarlığında toprağa bırakırlar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.