Kâ'b Bin Züheyr (Radıyallahu anh)

A -
A +

Kâ'b her ne kadar müşriklerin arasında bulunsa da, mizaç itibarıyla müminlere yakındır. Bir kere merttir, cesurdur, cömerttir. İçi dışı birdir, her sınıftan insanla bir araya gelebilir. Riyadan, yalandan hoşlanmaz, haksızlığa direnir. Hepsi bir yana inatçı değildir, hatasını kabul eder, yanlışını gösterene darılmaz. Nitekim ani bir kararla Medine'ye doğru yola çıkar. Sabaha karşı, hani Habeşli Bilal'in (Radıyallahu anh) yanık sesinin perde perde yayıldığı vakitlerde şehre girer, doğruca Mescid-i Nebi'ye koşar. Kendisini arayan cengaverlerin arasından rahatlıkla geçer, nedense bu nurlu mekânda zerre kadar endişe duymaz. Tekbirler alınınca mücahidlerle saf tutar, önündekine bakarak yatar, yanındakiyle birlikte kalkar. Namazı müteakip baldan tatlı bir sohbet başlar. Aman Allahım bu huşu, bu huzur nerede var?. Onu da aralarına alırlar mı acaba? Müslümanlarla dost olmak için dayanılmaz bir arzu duyar. Nitekim... Bir ara fırsatını bulup Efendimiz'e yaklaşır, "Yâ Resûlallah!" diye fısıldar, "Kâ'b bin Züheyr yaptıklarına pişman olmuş. Onu sana getirsem, affeder misin?" - Elbette. - Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlühu - Peki sen kimsin? - Kâ'b bin Züheyr benim! Gençlerin eli bir an kılıçlarına kayar, gayri ihtiyari kabzalarını okşarlar. Ancak Efendimiz gülümseyince geçmişi unutuverir, o sayfayı kapar, muhabbet defterini açarlar. Resul-i ekremin bağrına bastığı şair bir hislenir, bir hislenir, nasıl anlatıla? O anın hatırına öyle bir kasîde okur ki şiir vadisinde at koşturanlar yaya kalırlar... Kâ'b bir Arabın gönül telini titretecek ne kadar mevzu varsa girer çıkar. Kasideye "Bâ-net Suâdü" (zaten Suad da beni terketti) diye başlar. Sevdiği kızın, o nazlı dilberin adeta resmini yapar ama hiçbir ten tasvirine bulaşmadan. Dinleyenler yaralı ceylânı andıran, sürmeli sürmeli bakan, dişlerine kar yağan, güldü mü ortalığı aydınlatan Suad'ı kız kardeşleri yerine koyar, pınarlardan sızan suda, bülbüllerin cıvıltısında, bulut süpüren rüzgârda ve geceleri yıkayan yağmurda onu bulurlar. Evet Suad zariftir, asildir ama kalburda su ne kadar durursa sözünde o kadar durur, çekip bir meçhule gider, şairi çıra gibi yakar. Garip ozan ayrılık acısıyla safkan devesine atlar, kızgın kumlu çöllere dalar. Öyle bir deve ki dağ gibi yüksek, yel gibi süratli, hani terleyince kulağının ardından ırmaklar akan. Ne dersiniz? Yoksa hançer bakışlı hayvan da mi eşini arar? Gerdanı sağlam, boynu uzun, derisi sedeften parlak, ipek tüylü kuyruğu memelerinin üstüne sarkar. Kenelerin örseleyemediği bacakları adeta kara mızrak. Bastıkça yeri sarsar, sağa sola çakıllar sıçrar. Yürüdükçe adaleleri gerilip gerilip boşalır, sanki döşünden döş fırlar. Kertenkelelerin kül kesildiği, çekirgelerin gölgeye sindiği o alevli çölde hararet artar da artar ama deve yarları tepeleri aynı hızla aşar. Ölmüş çocuğuna diz döven bir kadın edasıyla çırpınır, süvarisini sevdalısına yetiştirmeye bakar. Hani üstü başı yırtılan, saçları darma dağın olan analar vardır... Al kanlara bulanan analar... Deve, çöl, aslanlar, ceylanlar derken mevzuyu getirir ustaca "o güne" bağlar. Ve başlar kendini anlatmaya... Söz taşıyıp öç alan ikiyüzlü şiir düşmanları: "Ey Ebi Sülma'nın oğlu sen mahvoldun" diye mırıldandılar, "artık kendini ölmüş bil!" Çare sorduklarım "Biz bu işte yokuz" dediler, "git başının çaresine bak!" Çekilin yolumdan, dağılın etrafımdan! Er Rahman neye hükmetmişse o olur. Hem hayat dediğin nedir ki? Bin yıl yaşansa bile bitmeyecek mi? İnsanoğlu eninde sonunda o kambur kutuya binmeyecek mi? "Efendim.. Peygamber seni öyle bir cezaya çarptıracak ki..." Zavallılar! İşte o'nun kapısındayım, içimde nihayetsiz bir bağışlanma ümidi... Çünkü O, sırları bilendir ve affedenlerin en affedicisi. Kur'anı indiren Allah için bir savunma mühleti de vermeyecek mi? Evet ben kabahatliyim belki ama yüce huzurundayım şimdi. Bu makam ki, filleri titretir, beni ancak Allah buyruğuna bağlı Resul kurtarabilir. İşte ona uzatıyorum sağ elimi. "Suçlusun" derse tamam, önünde eğik bulur boynumu adaletin heybeti. Şüphe yok ki, Peygamber, Allah'ın kılıçlarından en keskin kılıçtır ve nihayetsiz felaha, nura, hidayete götürendir bizi. (İşte burada Efendimiz ayağa kalkar sırtlarındaki bürdelerini Kâ'b'ın omzuna bırakırlar.) Ve arkadaşları... Cömertlikte, yiğitlikte hiç birinin yok dengi. İnsan yurdunu, ocağını, malını mülkünü nasıl terk eder? Tereddütsüz hicret için teslimiyet gerekli. Evet, onlar, başları dimdik gezen, yiğit üstü yiğitler, Hazret-i Davud gibi demir gömlek giyerler. Zırhları pırıl pırıl çelikten, büklümleri ayrıkotunun halkaları gibi... Mızrakları düşman devirir ama gurur nedir bilmezler. Hiç yenilmediler ya, yenilseler de ümit kesmezler. Daima göğüslerinden vurulur, asla geri dönmezler... İslâmbol'da Kaside-i Bürde'den acemice bir özet geçtik, o muhteşem nazımı berbat ettik. Şimdi siz bunu Arapça aslından ve Hazret-i Kâ'b'ın ağzından dinleyecektiniz ki... Kâ'b (Radıyallahu anh) o günden sonra kalemini Hak yolunda kullanır ve İslamı anlatmak için gittiği Şam'da vefat eder. Defnin akabinden Hazret-i Muaviye hırkayı satın almak ister, Hazret-i Büceyr, Halife Muaviye'ye (Radıyallahu anh) fevkalade saygı duyar ama hırkadan ayrılamaz. Onun da vefatından sonra Hazret-i Muaviye, vârislerini (20 bin dirhem gümüşle) ikna eder. Bu mukaddes emanetin devlet gücüyle muhafazasını arzular. Nitekim Emevî ve Abbasî halifeleri ona gözleri gibi bakarlar. Mısır'ın fethinde Mekke Şerifi tarafindan Yavuz Sultan Selim Han'a teslim edilir ki halen "Hırka-ı Saadet" dairesini şereflendirmektedir. Türkler Efendimizin hırkasını altından sandıklarda saklar, dört yanını mücevherlerle donatırlar. Başında beş asır Kur'an-ı kerim okur, bir an bile aksatmazlar.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.