Troya önlerine dayanan Yunanlılar Aşil ve Ajax gibi iki savaşçılarını kaybedince yıkılıp kalırlar. Artık kaleyi fethetmeleri zordur ama tam burada Odysseus tilkisi öne çıkar ve bir tuzak kurar. Bir sabah uyanan Truvalılar ortalığı fazlaca sessiz bulurlar. Hele düşmanların çekilip gittiğini görünce bir hoş olur, kapının önüne bırakılan tahta atın esrarını çözmeye çalışırlar. Ancak içlerine sızan bir casus (Sinon adlı bir Akhalı) bunun göklerden inen kutsal bir ihsan olduğunu söyleyince içeri alırlar. Asyalılık işte, at olsun da odundan olsun, tereddütsüz öper başlarına koyarlar. O gece şenlikler yapar, yer, içer, sızarlar. Gecenin bir vakti ahşap atın karnındaki ufak kapak aralanır ve içine saklanan savaşçılar yavaşça dışarı çıkarlar. Muhafızları tek tek avlayıp kale kapısını açarlar. İçeri doluşan barbarlar halka zerre kadar acımaz, şehri ateşe verir, kedileri köpekleri bile kırarlar. Elbette bu öfkeden zampara Prens Paris de kurtulamaz, herhalde derisini yüzüp davul yaparlar. Yaşlı Kral Priamos'u karısı ve kızlarının önünde öldürür, bacağından asar, ince ince doğrarlar. Roma kimin? Bütün Troyalı liderler katledilir ama Aeneas (oğlu Ascanius'u da alıp) uzaklara kaçar. Uzun maceralardan sonra İtalya'ya ulaşır, Etrüsk kralının kızı ile evlenerek yeni bir şehir (Roma'yı) kurar. Romalılar efsanelerde adı geçen Romus ve Romulus kardeşlerin Aeneas'ın soyundan geldiklerine inanırlar. Fatih bu mevzuları iyi bilir ve bir Asyalı olarak Roma'nın mirasını da sahip çıkar. Genç sultan, Arabi ve Farisinin yanı sıra Sırpça, İtalyanca ve Rumca da okur yazar. İlyada Destanını dikkatlice tarar, dahası tarih dersi aldığı İmrozlu Kristovulos'la birlikte Çanakkale'ye gelir (1462) birlikte harabeleri dolaşırlar. Dönelim hikayemize, kaçak dilber Helen, kocası Menelaos'u karşısında görünce "bana n'oldu, burası neresi" demeye başlar. Kolasına ilaç katılıp tecavüze uğramış liseli kız ayaklarına yatar! Kocasında kül yutacak göz yoktur ama Helen baş döndürecek kadar güzeldir ve rolünü iyi oynar. Kaldı ki Spartalılar hoppalığı büyütmez, eksiklik noksanlık saymazlar. Kral Menelaos "dava yargıya intikal etti, konuşan yanar" dümeniyle dedikoducuları susturur, paparazzilerin hevesini kursaklarına tıkar. Halbuki!.. Homeros Troya katliamını böyle anlatsa da hadise o kadar basit olamaz. Bir kere suyun iki yakasında, ayrı ırklar yaşar ve farklı şeylere inanırlar. Kaldı ki Yunanlılar Akdeniz'i Karadeniz'e bağlayan böylesine mühim bir kavşağı ele geçirmeyi çok arzularlar. Üstelik incir, üzüm, zeytin gibi benzer ürünleri yetiştiren Truvalılarla rekabette zorlanır, hepten sinir olurlar. Homeros'un "aşk, kahramanlık ve uygarlık yuvası" olarak tanıttığı "Truva" binlerce yıldır Anadolu kavimlerine mekân olur, bunlar Orta Asya'daki ataları gibi göçebe kültürünü yaşatırlar. Kilim dokur, yayık döver, atsız, avratsız ve silahsız olamazlar. Ancak Makedonyalı barbarlar ısrarla yöreye saldırır, sömürü yolunda her hileyi meşru sayarlar. 5 bin yıl önce kurulduğu söylenen kent tam dokuz kez yanar, defalarca yıkılır, sayısız zelzeleye maruz kalır. Her tabakasında ayrı devri barındıran antik şehir kanlı bir gofreti andırır. Kime inansak? O devirde böyle VCD'ler filan ne arasın, canlı yayını homeroslardan (kör ozanlardan) ve aidoslardan (türkücülerden) sorarlar. İşte Homeros'da homeroslardan biridir ve bu işten ona çok ekmek çıkar. Diyar diyar dolanıp Truva Destanını anlatır ve tabii ki birine bin katar. Bahşiş mafiş denmesin diye halkın hoşlanacağı senaryolar yazar, bazı yerleri abartır, bazılarına da yok sayar. Destanlar kitara eşliğinde okunduğu için şarkı sözünü andırır, sayfa dolsun diye peşrev yapar, kafiye tutsun diye cümle makaslar. Hem ozanlar her işten anlar, filozofluğu da kimselere bırakmazlar. Nitekim Homeros'ta akıl ve his merkezi olarak karaciğer ve dalağı göstererek bilime katkı (!) yapar. Hikâyelerle hurafeleri karıştıran meçhul meddahın tarihe projektör (çok teknolojik oldu kandil diyelim) tutmak gibi bir derdi yoktur, adam sadece çorbasına bakar. Ancak ardından gelenler onu yüceltir, hatta (ve haşa) gücü gözüne yetmeyen biçareyi tanrılaştırırlar. İlk çağ uzmanlarına sorarsanız böyle bir adam hiç yaşamamıştır. Bir kere İliada ve Odysseia destanlarının üslupları çok farklıdır, adeta "aynı kalemden çıkmadık" diye bağırırlar. Üstelik günümüze ulaşabilen en eski el yazmaları, Homer'in ölümünden 1700 yıl sonrasına aittir ki kırk defa değişmiş olmalıdırlar. İyi de biz şimdi tarihçi Heredot'a mı inanmalıyız yoksa masalcı Homeros'a mı? Toparlarsak... Hayal ya da gerçek, Homeros'un Meles Çayı kenarlarında doğup büyüdüğü (MÖ 8. asır) ve Ege'yi gezip dolaştığı söylenir. Tariflere bakarsanız, İlyada'ya (İlayda başka bi şey) Bayraklı civarları yakışır, zira destanda yer alan İon lehçeleri o yörede konuşulmaktadır. Ha bu arada itiraf etmeliyiz ki Homeros'un İzmirli olması bize yarar (en azından Turistik malzeme açısından) Sanırım bunlar çok tartışılacak ancak bizi ilgilendiren iki hakikat var. Biiir: Fatih, İstanbul'u fethedince altını çize çize "Asyalının ahını koymadık, Truva'nın öcü alındı!" buyururlar. İkiii: 1. Cihan Harbinde Çanakkale'ye dayanan müttefik donanması da Avrupalının intikamını kovalar. Boğaz'a saldıran zırhlılar, Helen krallarının ve "tanrı"larının adını (Agamemnon ve Pesoidon gibi) taşırlar.