Anton Van Leeuwenhoek 1632 yılında Delft (Hollanda) şehrinde doğar. Tahsili mahsili yoktur, zaten genç yaşta geçim gailesine düşer, kendi çapında bir giyim mağazası açar. İskarpin de bulundurur ama daha ziyade kumaş alır satar. Eh o devirde elbisenin astarında etiket filan bulunmaz. Satıcılar "% 30 Wool % 70 Cotton" deme imkanından mahrumdurlar. Elbette erbabı iki parmağının arasında ezerek çok şey anlar ama net konuşmak için büyüteçlerini çıkarmalıdırlar. Hasılı kumaşla uğraşan herkes gibi Anton Efendinin çekmecesinde de mercekler eksik olmaz. Zerredeki dünya Diyelim mercek cismi büyüttü, peki büyüyen görüntü bir başka mercekle yakalansa? İşte manifaturacı Anton bu işe çok kafa yorar, büyüyeni büyüterek bire üçyüz gibi muhteşem bir oran yakalar. Halbuki ustura ile dilimlediği mantar kesitlerinde boşluklar bulan ve bunlara hücre adını veren Robert Hooke'un mikroskobu bire otuzu aşamaz, haliyle pek çok detay gözden kaçar Efendim, bu lenslerle oynama işi Leeuwenhoek'u çok sarar. Gözlükçülerden irili ufaklı mercekler satın alır ve bunları kendi dizayn ettiği vidalı taşıyıcılar üzerine yerleştirip netlik arar. Neticeler yüz güldürücüdür artık kumaş telleri gemi halatı gibi görünür ve elinde bu alet varken ona kimse kül yutturamaz. Merak bu ya, gün gelir pire bacağı, maydanoz sapı, tavuk teleği gibi kıldan tüyden malzemeleri incelemeye başlar. Diş kiri, gözyaşı derken bir su birikintisinde şahit olduğu hayat ona büyük ufuklar açar. Şunnacık damlacıkta nice canlılar mekik dokur, sanki dönüp dönüp gözüne bakarlar. O hızla parmağını keser ve kanını bir cama yayıp taramaya başlar. Kan sandığı gibi düz bir sıvı değildir bir sürü al ve ak yuvarlar vardır ve bunlar essahtan canlıdırlar. O güne kadar insanlar sperm içinde milyonlarca milyarlarca minyatür bebek olduğunu sanırlar. Ki bunlar erkek ya da kız olmalıdırlar. Halbuki mikroskoptan bakınca karşısına çıka çıka sivri kuyruklu hücreler çıkar. Yumuk elli, hokka burunlu bebekler bekleyen manifaturacımız bu işe çok şaşar. Batılıların embriyoloji hakkında bir fikirleri yoktur ama bizimki bu mevzuyu da tırmalamaya başlar. Bütün bunlar İslam dünyasında bilinmeyen şeyler değildir, ancak Orta Çağ karanlığından yeni yeni kurtulan bir Avrupa'yı düşünürseniz Anton Usta büyük iş yapar. El kadar aletle tabuları yıkar, hurafeci papazları zora sokar. Halbuki kendince dindardır ve şahid olduğu ihtişam karşısında Allah'ın kudretini daha iyi anlar. Leeuwenhoek bulduklarını paylaşmaktan zevk duyar, o günden sonra (1674) mikroskopla incelediği hayvancıkların resimlerini çizmeye başlar. Elbette bunları tasnif edecek donanımdan uzaktır ama bakteriyoloji ve protozoolojiye (tek hücreliler bilimi) katkılarından dolayı, onu "mikrobiyolojinin babası" sayarlar. Leeuwenhoek hücrelerin kah koloniler halinde, kah tek tek yaşadıklarını tespit eder. Elbette DNA'dan RNA'dan ve protein sentezinden haberi yoktur ama bunların enerji ürettiklerini ve fabrika gibi çalıştıklarını gözden kaçırmaz. Anton Usta çürüyen etleri, meyveleri, mayalanan yoğurdu dikkatle izler ki üreyen organizmalardan bazıları zararlı, bazılar faydalı olmalıdırlar. Mesela bunlarsız peynir ve sirke yapılamaz. Evet tek hücrelilerin ağzı dili, gözü kulağı yoktur ama "basit" sayılamazlar. Diğer canlılar gibi gelişir, çoğalır, haberleşir, korunur ve yardımlaşırlar. Bunca müşahededen sonra "kâinatta tesadüfe yer yoktur" cümlesinin altına "gözü kapalı" imza atar. Bir de tahsili olsa? Anton Usta bir yandan atölyesine takılırken, ilmi araştırmalarına da hız katar. Sadece biyolojik materyallerle sınırlı kalmaz psikoloji, fizik, kimyâ üzerine de araştırmalar yapar. Kâh kumsallarda kabuklu deniz hayvanları toplar, kâh kırlarda bayırlarda kelebek kovalar. Bazen bir çiçeğe arıya dalar, bazen bir karınca yuvası başında akşamlar. Kılcal damarlardaki kan dağılımını ve kas hücrelerinin lifli yapısını gün yüzüne çıkararak önemli bir hizmet yapar. Bitkilerin kök gövde ve yapraklarını dikkatle inceler, özsu yükselmesini, beslenmelerini, üremelerini üstün körü de olsa çözer, üç boyutlu resimlerini çizer ve itina ile boyar. 1680'de Londra'da Royal Society cemiyetine "uzman olarak" çağrılan manifaturacının 375 keşfini de dikkate şayan bulurlar. 1699'da onu Paris'e davet eder ve "Academie des Sciences"in şeref üyeliğini sunarlar. Leeuwenhoek, 1723 yılında, doğduğu yerde hayata gözlerini yumar. Ölünceye kadar (yaklaşık 50 yıl) çalışır, ardından gelenlere münbit kapılar açar. Hancıdan aşçıdan Gün gelir Leeuwenhoek dükkanı, kumaşı unutur, tabipler için pratik mikroskoplar (tam 550 tane) yapıp satar. Doğrusu hekimler bu aletle birçok meçhulü çözer, teşhiste mesafe alırlar. Teşhis dedik de aklıma geldi işte tam o günlerde Viyanalı bir hekim (Dr. Leopold Auenbrugger) perküsyonla teşhisi bularak yeni bir çığır açar. Efendim perküsyon dediğimiz kulağı dayamak ve parmakla vurmak esasına dayanan bir yoldur. Bu usul ile toraks boşluğunda ne miktar hava olduğunu, akciğerde sıvı birikip birikmediğini anlarlar. Biliyor musunuz, Leopald bir hancının oğludur ve yamaklar şarap fıçılarının ne kadar dolu olduklarını tespit için bu usulü kullanırlar. Fransız hekim Dr. Rene ise bir Osmanlı aşçısından aletli dinleme metotlarını kapar. Aşçımız malzemeyi itinayla yerleştirir, kazanı küle oturtup "ivil ivil" pişirmeye bakar. Kaynamanın devam edip etmediğini anlamak için kulağını bir çubuğa dayar, kapağı asla açmaz. Rene ondan aldığı ilhamla "stetoskop" yapar ve cihazına "göğüs konuşturan" gibi garip bir isim takar...