Muhammed Sırrı Önür'ü bilen bilir, çocuk safi heyecan. Mustafa Akkad'la ilgili bölümde çok yardımı oldu, peşinden yeni bir teklifle geldi: "Bir de Anthony Quinn'i anlatsanız ya..." "Sinemayı bizden iyi bilirsin" dedik, "hem üslubun hoş, kalemin kıvrak. Hazırla getir, dükkan senin..." İnanabiliyor musunuz öğleden sonra yazıyı önümüze bıraktı. Bize de tek şey kaldı: Sözümüzde durmak. *** Kızılderili (Aztek) bir anne ile İrlandalı bir babanın oğlu olan Anthony, önce Teksas, sonra Los Angeles varoşlarında yoksul bir çocukluk yaşar. Farklı kültürlerden renkli insanları barındıran kenar semtler onun için bir şans olur ve oyunculuğuna çok şey katar. Annesi gerilla!.. Annesi, Pancho Villa'nın yanında savaşmış dişi bir "soldadera"dır. Babası ise mevsimlik ameledir, ne iş olsa yapar. Anthony melez kanı sayesinde Çinliyle de zenciyle de dostluk kurar, "dünya vatandaşı" olmaya bakar. Delikanlının rol kesmekten yana derdi yoktur ama ingilizceyi berrak ve akıcı konuşamaz. Ailesinin ödeyecek parası olmasa da seslendirme dersleri alır, karşılığında okulun temizlik işlerini yapar. İlk kez 18 yaşında sahneye çıkan Quinn'in önü "Kötüleri Temizle" oyunu ile açılır. "Parole" filminde aldığı 45 saniyelik rolle beyaz perdeye adım atar (1936) Quinn daha ziyade gangster ve Kızılderili rolleri oynar. Bir ara boğa güreşine merak sarar, ciddi ciddi matador kıyafeti giyer ve arenaya çıkar. "Ovalar Kaplanı", "Korsan" ve "Pasifik Ekspresi" adlı filmlerde şöhret basamaklarını tırmanırken ünlü yönetmen Demille'in evlatlığı Katharina'nın kalbini çalar. Onun "esas oğlan" olabilmesi için yapımcılar yerlilere sıcak bakmalıdırlar. Halbuki o yıllarda başrol oyuncularını sarışın ve mavi gözlülerden seçer, Kızılderilileri horlar ve aşağılarlar. Bu yüzden Hollywood'un Erol Taş'ı olmaktan bir türlü kurtulamaz... Gelgelelim Broadway onu bağrına basar, "İhtiras Tramvayı" gibi iddialı bir oyunda sahneye çıkarırlar. Bu oyunda Marlon Brando'yu aratmaz. "Kanlı Kılıç" filminde ise bildiği işi yapar, boğalara şal tutar. "Buffalo Bill"de yine "bad man" olmaktan kurtulamaz. Evet iticiliği iyi becerir, hatta o kadar iyi becerir ki başrol oyuncularını bile gölgelemeye başlar. Nitekim efsanevi Kızılderili şefi "Çılgın At" ile kabuğu kırar. Derken Elia Kazan'ın ünlü filmi "Viva Zapata"da Brando'yu zorlar. Bu filmde ikisi kardeştir ama hayatta kanlı bıçaklıdırlar. Birbirlerinden hiç hoşlanmaz, sette bile hırlaşırlar. Quinn "Arabistanlı Lawrence" filminde bir bedevi şefini canlandırır. "Yunanlı Zorba"daki rolüyle ise Oskar'a aday olur. Yine "A Dream of Kings"de sirtaki ve uzo tutkunu bir Yunan'ı hatasız canlandırır. İşte sırf bu yüzden onu Rum asıllı sanırlar. Siyah Orkide'de (Sophia Loren'le) İtalyanları öyle bir oynar ki bu kez adı İtalyan'a çıkar. Fellini ona "Sonsuz Sokaklar"da Zampano rolünü verir ve pişman olmaz. Notre Dame'ın Kamburu'nu seyredenler ise onun doğma büyüme Fransız olduğu zehabına kapılırlar. Bu arada çevirdiği Western'lerde adı Robert Taylor, Ava Gardner, Gary Cooper gibi starlarla aynı hizaya yazılır, yanisi şu ki Amerikalılıktan da cayamaz. "Ölmeyen İnsanlar" ile bir Oskar daha alırsa da hayrını görmez, artık kimse kapısını çalmaz. Neyse ki imdadına Halepli Akkad yetişir. "Çağrı"da Hazreti Hamza rolü ile yeniden parlar. Bu filmin ardından İslamiyet'i öven sözleriyle dikkatleri üzerine toplar. Quinn, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatından çok etkilenir. Hatta "Bir İslam Kahramanı"nı daha oynarsam Müslüman olabilirim" demekten kaçınmaz. İşte bu yüzden olacak, Ömer Muhtar filmini çevirince hidayete erdiği söylentileri çıkar. Müminler haberin doğruluğunu bile araştırmaz, bundan sevinç duyarlar... Haddi zatında Quinn ne Müslüman olduğunu açıklar, ne de aşikare ibadet yapar. Ünlü aktör "Original Sin" (Günah) adlı kitabında "karakterler beni çok etkilemişti. Çağrı ile Ömer Muhtar'da çok iyi bir çıkış yakaladım ve iyi para kazandım" der, o kadar... Ömer Muhtar'ı onlarca kez izlemiş biri olarak; müderris kıyafetiyle Rahman Sure-i celilesini okutan Quinn'in, beyaz sakalları, vakur duruşu kalbimi yumuşatmadı desem yalan olur. Bu atmosfer her defasında gözlerimi yaşartmıştır. Tabii filmin sonlarında infaz bekleyen liderin "zincirli elleriyle abdest" alması seyircileri derinden yaralar. Aslında o bir aktördür ve işini yapar. Nitekim Papa'yı, Zeus'u, ve Attila'yı da aynı rahatlıkla oynar. Senaryoyu okuyup ezberlemekle kalmaz, adeta yaşar. Biliyorsunuz Cat Stevens, Yusuf İslam olur, Roger Garaudy, imzalarını Recai Carudi diye atar. İkisi de imanlarını ilan eder ve inandıkları gibi yaşamaya çalışırlar. Yalnız ölür Ancak Anthony Quinn, Kaptan Cousto ve Neil Armstrong "zahirde" değişmez, kimseyi de "şahit" tutmazlar. İslam zaten en şereflidir, bir şöhretin inanıp inanmaması ona bir şey katmaz. Kalpleri elbette Allahü teala bilir, bize de iman mühendisliği yakışmaz. Ünlü aktör Haziran 2001'de Boston'da tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybeder. 3 eş ve 13 çocuk sahibi olmasına rağmen başında kimseler bulunmaz. Biliyor musunuz ben hâlâ Ömer Muhtar'ın müderris olduğu sahnede kaldım... Ne bileyim, sanki rolden öte bir sıcaklık var. Sevmeyen böyle oynayamaz...