Moskof'un kâbusu Gazi Osman Paşa

A -
A +

Osmanlının son ve zor yılları... Azınlıklar ayaklanmış, ordu yıpranmış, kasa boşalmış... Abdülhamid Han buna rağmen eşiğine gelinen "sanayi devrimi" için Avrupai bir eğitimden geçen gençler yetiştiriyor. Habire Hamidiye mektepleri, Mühendishaneler, Baytarhaneler, Tıp fakülteleri, Sanayii Nefise enstitüleri açıyor, 30 yıl sonrasının güçlü devletini kurmak için uğraşıyor. Ama çarpık siyasetten nemalanan politikacılar, çocuk ruhlu ittihatçılar ısrarla savaş istiyorlar. Basın yangına körükle gidiyor, sarayı ürkeklikle suçluyor. Balkanlar iğneli fıçı. Her taşın altından Rus, İngiliz, Fransız ajanları çıkıyor. Almanya'nın hesabı ayrı, ittihatçı safları dilediği gibi kullanıyor. Birileri "yersiz ve zamansız" Turancılık yapınca Bulgar'a Bulgarcılık, Yunan'a Yunancılık hakkı doğuyor. Abdülhamid Han bütün buna rağmen devletler arasındaki dengelere oynuyor, mahirane manevralar yapıyor. Sıcak denizlere inmeyi düşünen Rusların karşısına sömürgeci İngilizleri çıkarıyor, Almanla Fransızı tokuşturuyor. Savaş kelimesini ağzına bile almıyor, zira es kaza kopacak bir kargaşanın bedelinin ağır olacağını çok iyi biliyor. Rustan dost Balkanlarda her geçen gün güç kazanan Ruslar bütün Ortodoksların hamisi kesiliyor. Açıktan açığa Osmanlıya "ittifak" teklif ediyorlar ama bu bir nevi "ilhak" kokuyor. Çar değişik bahanelerle Babıaliye ültimatomlar veriyor, Büyükelçi İgnatiyev Hıristiyan ahaliyi ayaklandırmak için habire yara kaşıyor. Panslavizm rüzgarı sadece Balkanlarda esmiyor, Rus gönüllüler "Kutsal Mücadele" (!) için silaha sarılıyor. Karadeniz kıyılarında ve Kafkasya'da kaleler kuruyor, yığınak yapıyorlar. Sırplar, Romenler de peşine takılıyor, Osmanlının dikkatini dağıtıyorlar. Almanlar dost gibi görünseler de Ortadoğudaki zenginliklere sulandıklarını saklamıyorlar, Şansölye Bismarck kabuğundan çıkmak, dünyaya açılmak için fırsat kolluyor. Filistin ayrı problem, Mısır başka dert, Hicaz, Irak, Yemen için için kaynıyor. Padişah bunca gaile yetmez gibi Jön Türklerin kaprisiyle uğraşıyor. Neyse Mevzumuza gelelim. Tokatlı Osman aslında fukara bir memur çocuğudur. Babasının tayini İstanbul'a çıkınca Beşiktaşlı oluyor. Sıbyan mektebini dereceyle bitiriyor ama ailenin onu okutacak takati bulunmuyor. Osmancık, Askeri Rüştiye'yi kazanıp pederine yük olmaktan kurtuluyor, Askeri idadi, Harp Okulu derken çakı gibi bir mülazım-ı evvel (teğmen) çıkıyor. Ardından Erkan-ı Harbiye'ye (Akademiye) seçilip kurmay oluyor. Kırım Harbinde gösterdiği muvaffakiyetten dolayı üsteğmenliğe terfi ettiriliyor. Kâh Akademi'de ders veriyor, kâh nüfus sayımına katılıyor. Bazen alet edavatını alıp harita kadostro çalışmaları yapıyor. Bursa'da, Rumeli Yenişehir'de halka, çiftçiye omuz veriyor. Bu arada Ferit Neşet Paşanın hemşiresi (Çerkes asıllı) Zatıgül hanımla yuvasını kuruyor. Zevcesi asker hanımı olmanın zorluklarını biliyor ve asla kocasının ayağına takılmıyor. Bir ara Cebel-i Lübnan'da şakilerle boğuşuyor, bir ara Girit'te isyancıları hizaya sokuyor. Yemen'de Mirliva ( Tuğgeneral), Manastır'da Müşir (Tümgeneral) olsa da çalkantılı yıllar onu çok yıpratıyor. İstanbul, İşkodra, Bosna, Erzurum, Niş ve Vidin'de komutanlık yapan Osman Paşa sakin tavrı ile tanınıyor, temiz çehresiyle ekaliyete bile güven veriyor. Gayrimüslimler "bu adamdan bize zarar gelmez" diyorlar. Ancak o halim selim Osman Paşa savaş alanında yıldırım kesiliyor, ilk vuran kazanır hakikatinden haraketle harp ilan edilir edilmez İzvevz tepelerini ve Zeycar'ı zapt ediyor. Sırpların silahlarını ele geçiriyor. Bu büyük başarıyı yok denecek kadar kayıpla tamamlayan bir komutanın ödüllenmesi gerekiyor, nitekim onu mareşal yapıyor bir askerin gelebileceği en yüksek rütbeye yükseltiyorlar. Yükseltiyorlar ama ona "gazi" olmak yetiyor. Plevne'de Gazi Osman Paşa gayret, sabır, tahammül, zeka gibi bir askerin donanması gereken ne kadar vasıf varsa hepsiyle mücehhez oluyor ve Plevne'de Ruslara kök söktürüyor. Ekmek yok, yemek yok, su yok, ortalığı kavuran toz dumanı sayarsanız hava dahi yok. Silah yok barut yok, yedek yok, takviye yok. Yok yok yok... Baştan alalım Osman Paşa Osmanlı - Rus Savaşı başladığında Vidin ve Rahova bölgelerini korumakla vazifeli bulunuyor. Ruslar Berkofça dağlarını aştıktan, Tunayı geçtikten, yani denge bozulduktan sonra ona harekat emri veriliyor. Buna rağmen bir anda Rusların elinde bulunan Plevne'yi ele geçiriyor. Kalesi kulesi olmayan kasabanın etrafına hendekler kazdırıp savunmayı şekillendiriyor. Rusların askeri gücü Türk birlikleriyle kıyaslanmayacak kadar yüksek ve bu muazzam orduya bizzat Çarın kardeşi Grandük Nikola Nikolayeviç kumanda ediyor. Plevne'yi oyalanmadan alacaklarını sanan Moskof var gücüyle kente yükleniyor. (17 Temmuz 1877) Gazi Osman Paşa onları durdurmakla kalmıyor, düşmanı bir anda Osma suyunun ardına atıyor. Rus kurmayları bunun nasıl olabildiğine şaşıp kalıyorlar. Karşılarındaki komutanın demirden leblebi olduğunu anlıyorlar. Anlıyorlar ama dünya kadar mühimmatı kaptırdıktan ve 3 bin kayıp verdikten sonra. Ruslar 30 Temmuz'da yeniden saldırıyor ama bu kez daha ihtiyatlı davranıyorlar. Plevneyi tam 184 topla dövüyor, ardından 50 bin askerle hücuma kalkıyorlar. Şehirden tek taş bile koparamıyor 7305 ölü veriyor, canlarını zor kurtarıyorlar. Bütün dünyanın gözü Plevne'de kalıyor. Sağa sola İstanbul'da görüşürüz telgrafları çeken Çar, ufacık bir kasaba önünde takılıp kalıyor. Ve harbin seyri değişmeye başlıyor...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.