Nasipli Seyyid Hazret-i Mîr

A -
A +

Hacegan büyükleri arasında çok anlatılan bir menkıbe vardır. Efendim büyüklerden biri ilim ve edeple ziynetlenen talebesine "tamam oldun" der, icazetini sunar. "Şimdi git filan beldede dergâhını aç insanları irşada başla." Ardından "ancaaak!..." deyip gözlerinin içine bakar. "Sakın ilahlık ve peygamberlik iddiasında bulunma!" Genç halife tutulur kalır "Aman efendim" diye mırıldanır, "benim için böyle bir tehlike mevcud ise ben şeyhlikten mürşidlikten vazgeçtim. Bunca yıllık emeğimi de kenara koyayım. Bırakın hademelik yapayım, kapları yıkayayım, odunları kırayım. -Bu tehlike sana has değil, herkes için geçerlidir. İlahlık iddiasında bulunma demekten maksat uğraşacaksın didineceksin lakin hidayeti Allahü teâlâdan bekleyeceksin. "Bu kadar güzel şeyler anlatıyoruz, neden ilgilenmiyorlar" demeyeceksin. Biz tebliğe memuruz, tesire değil... Biliyorsun Fahr-i âlemi kendi kabilesi dinlemedi ama Habeşli bir köle seve seve iman etti. - Peki peygamberlik iddiasında bulunma demekten maksat? - Senin gittiğin beldede başka başka âlimler de bulunacak, değişik yollarda (tarikatlarde) talebe yetiştiriyor olacaklar. Sakın ola ki "onlara gitmeyin bana gelin" deme. Böyle konuşma salahiyetine ancak Peygamberler sahiptirler, onlara uyan kurtulur, uymayanlar helak olurlar. Nasibini senin vesilenle alacak olan gelir kapını çalar, nasibi başka yerde olanlar diğer Allah dostlarına varırlar." Burhanpur'a Şüphesiz Arif-i billah ve mürşid-i kamil olan Mir hazretleri de bu menkıbeyi bilir, sıkıntılarını bu şuurla aşar. İmam-ı Rabbani hazretleri, bu sevimli Seyyidi itina ile yetiştirip halkı irşadla vazifelendirir, Burhanpur şehrine yollar. Ancak şehirde Kadiri, Sühreverdi, Çeşti tarikatları çok yaygındır. Kaldı ki Muhammed Fadl, Şeyh İsa gibi (kuddise sirruh) hal ve kâl ehli kamil veliler tedrisat yaparlar. Halkın alıştığı bunca meşayıhı izâm varken genç bir derviş kimsenin umurunda olmaz, Nakşibendî yolu revaç bulmaz. Mir Muhammed dönüp Serhend-i şerife gelir, olanı biteni anlatıp hocalarından emir sorar. Lâkin İmam-ı Rabbani hazretleri onu yine aynı yere yollarlar. Mübarek geceli gündüzlü çalışır ama ne bir rüzgâr eser ne bir yaprak oynar... Yıllar sonra yine bitap bir halde huzura çıkar, ellerini çaresizlikle iki yana açar. İmam-ı Rabbani hazretleri onu üçüncü kez Burhanpur'a yollar, Mir, ilk günkü aşkı şevkiyle işe başlar. Hayret bu kez nasıl bir kabul görür anlatılamaz, zengini fakiri, amiri memuru, eri komutanı sohbete koşar. Fasıklar tövbeye gelir, umulmadık insanlar silkinip gafletten uyanır, kirden pastan arınırlar. Hattâ diğer yolların bağlıları da huzuru burada bulurlar. Derken ulema da kapısını çalar, gelip halkaya katılırlar. Mübarek güneş gibi Hindistan'ı aydınlatınca fitneciler zamanın sultânına koşar; "sizin saltanatınız, Burhânpûr'da geçmez" deyip fesat sokarlar. "Çünkü orada hazret-i Mîr dedikleri bir derviş var, yüz bin süvari bir emrine bakar." Sultan tesir altında kalır, hazret-i Mîr'i çağırıp sorar; "Size niçin Hazret-i Mîr diyorlar?" -Bu havalide Seyyidlere "mir" dendiğini biliyorsunuz ama korkmayın "emir" diyen yok, kaldı ki hazret demelerinden de hazzetmediğim aşikâr. - Senin yüz bin mürîdin varmış. Öyle mi? Mübarek ne "öyle", ne de "değil" der sadece gülümser. Sultan bozulur, onu cezalandırması için Mehâbet Han'a havale eder. Halbuki Mehâbet Han, Mîr Muhammed Numân hazretlerinin hayranlarından biridir, alıp onu evine götürür, şerefine sofralar açar. Hak âşıkları karıncalar gibi üşüşür, sohbetten hisse alırlar. Mehâbet Han böyle bir velinin şehirlerinde bulunmasının nimet olduğunu sultana anlatamaz. Bakar adamın aklı koltuğunda, tatsızlık çıkmasın diye Mir hazretlerini Ekberabad'a taşır, meşaleyi orada tutuştururlar. Makbûlümüzdür Mîr hazretleri bir gün Resûlullah Efendimizi rüyâda görür. Server-i Kâinat, Sıddiyk-i ekbere "Ey Ebû Bekr! Oğlum Muhammed Numân'a de ki; Şeyh Ahmed'in makbûlü benim makbûlümdür. Şeyh Ahmed'in merdûdu (reddettiği) benim de merdûdumdur. Benim merdûdum da Allahü teâlânın merdûdudur" buyururlar. Bu müjdeyi işitince, son derece sevinir zira Hazret-i İmâm'ın kendisini makbûl tuttuğunu bilir. Resûlullah efendimiz devam ederler: "Oğlum Muhammed Numân'a de ki; Onun makbûlü Şeyh Ahmed'in de makbûlüdür, onun merdûdu, Şeyh Ahmed'in de merdûdudur." Hasretin dayanılmaz olduğu gecelerden birinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görür. Rüyasında Serhend-i şerife gelmiş, bükük boyunla kapı önünde beklemektedir. Mübarek hocaları içeriden çıkar ve onu muhabbetle kucaklarlar. Yanındakilere; "Mîr, yoldan geldi, harâreti vardır" buyururlar. Beyaz bir kâse ile meyve suyu sunarlar. Bu arada ellerini açar, "Ey Allah'ım! Muhammed Resûlullah'a mahsus nisbeti Mîr'e nasîb eyle!" diye, duâ buyururlar. İşte o günlerde İmam-ı Rabbani hazretlerinden bir mektup gelir ki bin yılın yenileyicisi "...böylece sizin kemal hilaliniz ayın on dördü gibi oldu, hidayet güneşine verilen her şey o dolunaya da aksetti. Temennimiz bu kemale insanları da kavuşturmanız ve memleketin köyünü sahrasını mübarek vücudunuzla aydınlatmanızdır" yazar. > Helal lokma Mîr hazretleri, bir gün sevenlerinden birinin davetini kabul eder, "ikrâmda ifrâta kaçma, şüpheli yemek çıkarma" buyururlar. Ancak mübareğin teşrifini duyanlar, meclise koşarlar, konuklar avlulara sığmaz. Ev sahibi de günün hürmetine kazanlar kurar, ağılındaki en semiz koyunları kesmeye başlar. Adamcağızın malının helal olduğundan emindir, lâkin hayvanlardan birini anında kurtlar sarar. Bunda bir hikmet olmalı deyip araştırır ve hayvanı zekat memurundan aldığını hatırlar. İzleyip dipleyince bu memurun halka zulmettiğini anlar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.