Ali Suavi'nin kandırdığı göçmenlerle Çırağan Sarayını bastığı dakikalarda Hasan Paşa tıraş olmaktadır. Fevkaladeliği hissedince berber koltuktuğundan fırlar, saray kapıcılarından Zeybek Mehmed'in elindeki kızılcık sopasını kaptığı gibi kalabalığa dalar. Sultan Murad'ı rızası hilafına sürükleyen Nişli Salih adlı Arnavut'u Balkan cephesinden tanır, bu herif durup dururken firar etmiş, neden sonra casus olduğu anlaşılmıştır. Ama bu sefer ıskalayacak değildir, aslanlar gibi karşısına çıkar. V. Murat'ın koluna giren katip kılıklı asi (Ali Suavi) silahını doğrultunca, sopayı kafalarında paralar. Darbeler o kadar şiddetlidir ki ikisi de oracıkta mevta olurlar. Beyinleri patlar, kan kulaklarından akar. Hasan Paşa koşturup gelen zaptiyelere ateş emri verir ama çocuklar V. Murad'ı da aralarına alan gruba ateş açıp açmamakta tereddüt yaşarlar. Hal böyle olunca iş başa düşer, belinden emanetleri çıkarır ve Winchester'in tetiğine 16 kez basar, ilk safı biçer atar. Muhacirler panikle kaçışır ancak sandallara doluşamadan yakalanırlar. Sakin sultan O esnada Rus elçiliğinden mütercim Otto ile görüşen Abdülhamid Han hadiseyi sükunetle karşılar, hemen kaputunu giyer, cebine Revolverini koyar ve Çırağan Sarayına koşar. Aynı hadise bir kez daha yaşanmasın diye tedbir alır, V. Murat'ın rahatını ve emniyetini sağlar. Ali Suavi'nin kimden emir aldığı anlaşılamaz, zira İngiliz asıllı eşi evde evrak namına ne varsa yakar ve ossaat yurt dışına kaçar. Sadece ihtilalci yazarın cebinden "Hakan-ı sabık Murad Efendi'nin ilcası takdirinde Şeyh-ül İslamlık makamının Ali Suavi'ye tevcihi tarafımızdan tefekkül edilmiştir" yazan bir kağıt çıkar ki altında tanıdık bildik paşaların mühürleri parıldar. Tahkikat komisyonu bir neticeye varamasa da Abdülhamid Han hadisenin arkasındakileri çok iyi bilir. Şu sabra bakın, buna rağmen canlarını yakmaz. Bu arada benzer bir tertibe hazırlanan ünlü mason, üstad-ı azam Kleanti Skalyeri'nin planları ve şebekesi gün yüzüne çıkar. İçlerinde bizzat sultanın ikbal ve rütbe sağladığı isimler vardır, Ulu Hakan yine kendine yakışanı yapar, hakimin kalem kırdıklarını bile bağışlar. Gazeteciler ayrı âlemdir, yelkenlerini rüzgara göre açarlar. Kahraman ilan edip alkışlamaya hazırlandıkları Ali Suavi'ye dirsek gösterivecekleri tutar. Onu ihanetle suçlar, ne İngiliz casusluğunu, ne de Rus uşaklığını koyarlar. Namık Kemal dahi "geberdi de belâsını buldu" yazar. Abdülhamid devri bitince plağı çevirir, hakaret yağdırdıkları Ali Suavi'yi destanlaştırırlar. Bu arada vazifesini yapan askerin (Hasan Paşa'nın) cehalet ve kabalığından dem vururlar. Teyakkuzda O yıllarda İngiltere, Fransa ve Rusya, Ermeniler üzerine oynar. Gaza gelen militanlar Kumkapı Patrikhanesinde toplanır Babıali'ye çıkarlar (30 Eylül 1895) Halbuki maliye ve hazine nazırı bile Ermenidir, sonra devletten maaş alan onca hekim, mimar... Ermenilerin keyfi beyde yoktur ama nankörler Avrupalıların vaadlerine aldanırlar. Nümayişle de kalmayıp Osmanlı Bankasını basar, Müslümanları hırpalarlar. İş bu raddeye gelince Haşan Paşa hadiseye el koyar. İnfial halindeki Türklere değnek dağıtır, kesici ve ateşli silah kullanmayı "kesinkes" yasaklar. İstanbullular eylemcileri kuşatır, "yer misin yemez misin" demez, bellerini kırarlar. Batılılar hadiseyi bizzat Abdülhamid Han'ın örgütlediğini sanır ve Ulu Hakana "Le Sultan Rouge" (Kızıl Sultan) adını takarlar. İttihat Terakki bu ibareye bayılır ve kullanmaya başlar. İnada bakın bile bile Ermenilere payanda olurlar. Hasan Paşa kulağına gelen ihbarları atlamaz ama tarafları dinlemeden karar almaktan kaçar. İşte Beşiktaşlı gençlerin bir konakta toplandığını haber alınca, bizzat gider kapılarını çalar. Çaylarını kahvelerini içer, maksatlarını sorar. Bunların jimnastik yapmaktan başka gayeleri olmayan genç sporcular olduğunu anlayınca sultana çıkar ve kulübe resmiyet kazandırırlar. "Osmanlı Beşiktaş Terbiye-i bedeniye cemiyeti" (Bilahere BJK) adını alan spor ocağına bizzat üye olur ve çalışmalarına hız katar. Zor zenaat Hasan Paşa en fazla bombadan korkar, gel gelelim sağda solda bırakılan paketlerden kah çöp, kah yağ, peynir, sucuk çıkar. Bu yoğun mesai içinde baş ağrıları tutar. Eş dost ısrar edince bir hekimin kapısını çalar. Cerrahlar, Kafkas cephesinde yaralandığı yeri bir daha açarlar, meğer şarapnel, fesinin püskülünü kafatasına sokmuştur. Bu ip beyninde engerekli yılan gibi oynar, dayanılmaz ağrı yapar. Tahammüle bakın ki yıllarca püsküllü derde sabreder, gözünden yaş gelse de dişini sıkar. Hasan Paşa memleketini sever, hemşehrilerini korur, kollar. Ancak Çorumluyum diye gelip yardım isteyenleri imtihana tabi tutar. Çorum'un Süheyb-i Rumi gibi bir sahabeyi ağırladığını söyleyerek sancak merkezi olmasını sağlar. Sultanın bağışları ile Hıdırlık ve Han Camii'ni yaptırır, şehre saat kulesi, kütüphane, su kanalları, değirmenler kazandırırlar. Çorum'un fukara çocuklarını İstanbul ve Ankara'daki vakıflarda okuturlar. Paşa sert görünmesine rağmen babacandır. Eve dönerken rastgeldiği fukarayı peşine takar, onlarla birlikte sofraya oturur, Allah ne verdiyse kaşıklar ve bundan büyük bir keyif duyar. Lükse gösterişe düşmandır, süse püse para harcamaz. Neden "Yedisekiz" Saray muhitinde vazife yapmanın zorlukları ortadadır, belki yüz kez jurnallenir hepsinden de yüzünün akıyla çıkar. Ancak Abdülhamid Han'ın hallinden sonra, düşmanları artar, çember daralmaya başlar. Bir gün ansızın mide ağrısı ile kıvranır, baş ucuna gelen hanımına "Gülnaz beni zehirlediler" der o kadar... Paşamız imzasını düz ve ters "V' şeklinde atmasından dolayı adı "Yedisekiz Hasanpaşa"ya çıkar. İttihatçılar onun okuma yazma dahi bilmediğini söyleseler de aksine bu imza siyakat gibi usta işi bir tarza hakim olduğunu gösterir ki kalitesine şahidlik yapar. Öyle ya Osmanlı lâyık olmayanın elini tutmaz, yok yere bir eri müşir (mareşal) yapmaz.