>>> Onbirinci asrın müceddidi Muhammed Ma'sûm Muhammed Bâkî-billah (kuddise sirruh), Emkenegi hazretlerinden hilafet almış, Hindistan'a dönmektedir. Serhend civarlarında karanlık çöker, konaklamak zorunda kalır. O gece rüyasında "bir kutbun yakınındasın" diye ikazda bulunurlar. Kalkar dışarı çıkar, şarktan garba uzanan bir meşale görür ki nasıl anlatıla. Zira o saatte ve sadece beş on ev ötede İmam-ı Rabbani hazretlerinin üçüncü oğlu "Muhammed Masum" doğar. Biliyor musunuz İmam-ı Rabbani hazretleri yıllardır aradığı Allah dostuna o gün kavuşur, mübarek hocaları ile o gün tanışırlar. Seçilir çekilir ve "Müceddid-i elf-i sani" olma yolunda ilerlemeye başlarlar. Haza pırlanta İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bütün çocukları pırlantadır ama Muhammed Ma'sûm ilk anda göze batar. Dervişliğe karşı anlatılmaz bir iştiyakı ve istidadı vardır, daha üç yaşında zikre oturur, bilhassa kelime-i tevhîd söylemekten zevk duyar. Kur'ân-ı kerîmi kısa sürede ezberler ve henüz on bir yaşında iken murâkabe yolunda adımlar atar. Hace Bâki Billah hazretleri babasına da oğluna da aşıktır, genç talibe hayran hayran bakar "muradlardan ve mahbuplardandır" buyururlar. Delhi... Sıcak bir Hindistan öğlesi... Medrese ya da bir han... İmam-ı Rabbani hazretleri bir sünneti yerine getirmek için kayluleye niyetlenir, ancak bakar Muhammed Masum yatağına kıvrılmış, uyuyor. Dışarı çıkar güneşli avluda dolanıp dururlar. Etrafındakilerden "gidip kaldıralım" diyenler çıkar. Büyük veli "olur mu hiç" diye fısıldar, "Allah dostlarından biri istirahat ediyor." İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu olgun çocuğun sâbikûndan (ümmetin büyüklerinden) olması için ne gerekiyorsa yapar, kemâlâtın açığa çıkması için hususi bir tedrise alırlar. En derin kitapları okutur, en zor konulara girer çıkarlar. Nurlu çocuk hocalarını şaşırtır, ulemanın ömür verdiği incelikleri kavramakta zorlanmaz. Hasılı geleceğin kutbu emin ellerde yetişir ve elmas gibi parıldamaya başlar. Büyük ağabeyi Muhammed Sâdık ve babasının halîfelerinden Muhammed Tâhir-i Lâhorî'den okur, sadece İslam âlimlerinin eserleriyle kalmaz, Hind ve Yunan felsefecilerini de tetkik eder, hatâlarını çıkarırlar. Daha 16 yaşındayken, tahsîlini bitirir ve icazet almadığı ilim kalmaz. Bundan böyle tasavvufa yönelir, babasının vasıtasıyla feyz ve bereket imbiklemeye başlar. Urvet-ül-vüskâ İmam-ı Rabbani hazretleri son günlerinde onu yanına çağırır ve "mahlûkât yüzünü şevk ile sana dönüyor. Artık bu denî ve hakîr dünyadan göç etmem yaklaştı. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur" buyururlar. Nitekim "Silsile-i aliyye" denilen altın zincire "o" seçilir, Urvet-ül-vüskâ (sağlam ip) lâkabiyle anılmaya başlar. Muhammed Ma'sûm, babasının vefâtından sonra, hem vaaz verir, hem de talebe yetiştirmeye başlar. Allahü teala Hindistan'a nisan yağmuru gibi rüşd, hidâyet bereket yağdırır. Onun vesilesiyle tam 900 bin kişi tövbe eder, bunlardan yüz kırk bini manevi mertebelere kavuşurlar. 7 bini de mürşid-i kâmil olup irşâd ile emr olunur. Ki İstanbul'umuzu şereflendiren Murâd-ı Münzevî hazretleri bunlardan biridir mesela... Lebbeyk Muhammed Masum hazretleri hususi ihsanlar içindedir, bu bereketten talebelerine de sızar. Bâzan bir ayda, bâzan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ulaşanlar çıkar, bâzılarına ise bir teveccüh bile yeter artar. Muhammed Ma'sûm hazretleri elbette Resulullah âşığıdır ve elbette Haremeyn hasretiyle yanar. Parası, pulu, hayvanı azığı yoktur ama duramaz (H.1067). Çarığını çektiği gibi mübarek beldelere koşar. Bu yolda görülmedik haller yaşar, çukurlar nurla dolar, tepeler nura garkolurlar. Efendimizin nuru coğrafyayı eritir, nurdan gökte nurlu rüzgârlar... Nurdan denizde, nurdan dalgalar... Yanık âşık, Server-i kâinatın ayak bastığı coğrafyada bambaşka âlemlere yelken açar. Tavaf esnasında güzel adamlar ve latif kadınlar görür ki Kâbeyi muazzamayı öper öper koklar, hasretle sarılırlar. Ayakları yere değmez , o kadar kalabalıktırlar ki göğe varırlar. İhsan yağmuru Muhammed Ma'sûm hazretlerini gözüyle bakabilen neler görür, neler... Nitekim makâm-ı İbrâhim'de Hazret-i İbrâhim'le buluşur, Cennet-ül Mualla'da Haticetü'l Kübra'nın lütfuna kavuşurlar. Hele Münevver Belde'de, Mescid-i Nebi'de harikulade hâller yaşar. Cennet-ül Baki'de Hazret-i Aişe ve Hazret-i Fatıma ona evladları gibi şefkatte bulunurlar. Hazret-i Osman dahasını yapar, öper bağrına basar. Medine-i münevvereden ayrılık vakti gelince Server-i kâinat'la vedalaşır, anlatılmaz ihsanlara kavuşur. Resulullahın (Sallallahü aleyhi ve sellem) mihrâbı yanında kıldığı son öğle namazında mübârek yerlerin hasreti başlar. Lâkin manevi işaretler Hindistan'a dönmesi yolundadır, Efendimizle vedalaşmaları hüzünlü olur, sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Bu esnada kabr-i seâdetten güzel kokular yayılır, Seyyidül mürselin nûrlar arasından görünür, yanına gelirler. Başlarındaki tacı ve üzerlerindeki hilatı ona giydirirler. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik" buyrulan yüce Serverin kutlu Ravdasında Nisan yağmuru gibi nîmet yağar. Muhammed Masum Hazretleri Hindistan'a dönse de gönlü Münevver Beldede kalır. Sevenlerine ya Medine'yi, ya da Medinelileri anlatırlar...