1250'li yıllar... Açlık ve sefaletin kol gezdiği Ortaçağ Avrupasında insanlar bıkkın ve yorgundurlar. Artık iliklerini emen Papalıktan sıkılmaya başlar, yastık altındaki altınları kiliseye kaptırmazlar. Her gelen keşişten "berat kağıdı" satın almaz, "Kudüs'e... Kudüs'e!" çığlıklarından heyecanlanmaz olurlar. Vatikan yeni bir haçlı seferi düzenleyemeyecek kadar güçsüzdür, Müslümanları durdurmak için "başka" çareler arar... Papa, bu saatten sonra asilleri ayaklandıramaz, kralları peşine takamaz. Halbuki Karakurum çöllerinden kopup gelen çapulcular, kaprisli şövalyelerden fazlasını yapar. İslâm şehirlerini seve seve yakar, üstelik rütbe, maaş, madalya kovalamazlar. Ama Papa daha fazlasını arzular, eğer Moğollar Hıristiyan olurlarsa... Moğol maşa olursa İlk adımı Bizans İmparatoru Michael Paleologos atar, sarı kadınlara düşkünlüğü ile tanınan ihtiyar köpeğe (bu bir hakaret değil, köpek Moğollarca kutsaldır) öz kızını yollar. Ancak, Hülagu'nun yaşlı kalbi bu heyecanı kaldıramaz. Gelgelelim oğlu Abaka üvey anasını (Prenses Maria Despina'yı) haremine dahil eder ve ilk Avrupa-Moğol münasebeti böyle başlar. Abaka Han bu sarı yılanın teşviki ile sayısız Müslüman katleder, zemini al kana boyar. Katliam haberleri Avrupa'ya ulaştığında büyük bir zevkle kadeh kaldırır, geceli gündüzlü şenlik yaparlar. Düşünebiliyor musunuz? Hıristiyan tarihçiler Hülagu ve Abaka gibi iki katili "Bağdat fatihi" diye anarlar. Bu fırtına da tez geçer, Batıdaki Moğollar Anadolu medeniyetinden etkilenir ve durulurlar. Nitekim Abaka gibi kanlı kağanın kardeşi Ahmet Teküdar İslâmla şereflenir ve kırk yıllık mümin gibi hayır hasenat yapmaya başlar. İslâm âlemi yeniden güç kazanır, bu kez cihada bizzat Moğollar talip olurlar. Halbuki bunlar Vatikan'a lâzımdırlar, Asyalı savaşçıları Müslümanların üstüne salmalı kendileri yan gelip yatmalıdırlar. Nitekim Papa IV İnnocent Giovanni del Carpini o telâşla taa Karakurum'a kadar gider, Kuyuk Han'ın tahta çıkma merasimine katılıp, yeni bir adım atar. Sonra gelen Papalar da Moğol hanlarını boş bırakmaz, hele Kubilay'ı kelimenin tam mânâsı ile makasa alırlar. İşte Nicolo ve Maffeo Polo kardeşleri bu maksatla Han-Balık'a (Pekin'e) yollar, yanına emsalsiz hediyeler katarlar. Bunlar tüccar gibi görünseler de oturmasını, kalkmasını bilen aristokrat insanlardır. Diplomat gibi konuşur, güven sağlar ve "iyi adam bağlar"lar. Maffeo ve Nicolo'nun ilk durağı İstanbul olur burada denizcilerle ve kervancılarla görüşür, kara yolunda karar kılarlar. Önce İdil Volga havzasına çıkar, sonra Buhara'ya uzanırlar. Ancak o yıllarda doğu ilimde, sanatta ve ticarette batının çok önündedir. Kimse Vatikan'ı merak etmez, Papayı tanımaya gerek duymaz. Gelgelelim iki kardeş Kubilay'ın ağzından girer, burnundan çıkar, kan alacak damarı bulurlar. Ünlü hakanı Hıristiyan örgütlenme için razı etmeyi başarırlar. Kubilay onlardan en az 200 tane din adamı ister ama bunlar 7 sanatı (neyse o) iyi bilmeli, insanları ikna etmekte mahir olmalıdırlar. Nicolo ve Maffeo apar topar dönseler de aradan iki koca yıl geçer ve Papanın öldüğünü duyarlar. Ortada hatırı sayılır bir "rant" olduğu için yeni Papanın seçilmesi kolay olmaz. Zamanı değerlendirmek için Hayfa'dan Venedik'e gider, ailelerini ziyarette bulunurlar. Nikolo'nun karısı ölmüş, oğlu (Marco Polo) 15 yaşında bir delikanlı olmuştur, onu da yanlarına alırlar. Aylar süren bir kargaşadan sonra Papalık koltuğuna X. Gregori oturur. Yeni Papa, Poloların yanına 200 değil, sadece 2 bilgin katabileceğini söyler, ki bunlardan biri Suriyeli William, diğeri Vicenzalı Nicolas'tır. Gelgelelim bu iki rahip, henüz Ermenistan'da ayak sürümeye başlar, Bâbilli Bunduktar'ın adamlarından korkup geri dönme kararı alırlar. Pololar çok yalvarır ama onları durduramazlar. Elleri boş da olsa yola devam eder, Kubilay'la irtibatı koparmamaya bakarlar. İşte Marko'nun ünlü eseri o günden itibaren şekillenmeye başlar. Bu çocuk fevkalade zekidir, Asya'daki dengeleri iyi koklar, yöre lisanlarını çabucak kavrar ve her gördüğünü defterine yazar. Marco Polo Anadolu'ya bayılır. Dağlar bayırlar Türkmenlerin elindedir, ancak sanat ve ticareti Rumlardan, Ermenilerden sorarlar. Kayseri pazarlarına vurulur, Erzincanlıların kitap cildinde ulaştığı merhaleye çok şaşar. Erzurum'un ot denizini andıran meralarını, Bayburt'un muhteşem kalesini, Gümüşhane'nin gümüş madenlerini yazmadan yapamaz. Hatta Ağrı Dağı üzerinde Hazret-i Nuh'un gemisini arar. Pis kokan kara sıvı Ermenistan'da meyve sebze boldur, ancak insanlarını cansız, kansız ve tembel bulur, bunu iklime bağlarlar. Azerbaycan'da büyük bir çukura rastlarlar, bir bıngıldadı mı 100 gemi dolduracak kadar sıvı taşar. Bu kara sıvı çok pis kokar ama çıra gibi yanar. Kral Davit yönetimindeki Gürcistan Selçuklulara bağlı ise de dağlık bayırlık olduğu için haydutu hiç eksik olmaz. Fıkır fıkır balık kaynayan Hazar Denizinde birçok ada vardır ve buralarda Moğol zulmünden kaçan Harezmşahlar yaşarlar. Musulluların ekserisi Müslümandır, buna rağmen Hıristiyanları da hoş tutarlar. Pololar yerli İsevilerden çok rahatsız olurlar, zira Nasturiler vahdaniyetten taviz vermez, teslise karşı çıkarlar. Papa'nın mı? Adını bile anmazlar. Marko Polo, Halifenin şehrine (Bağdat'a) hayran kalır, şarktan gelen kıymetli taşlar burada işlenir, yüzük, kolye, küpe olurlar. Üstelik Bağdat bir ilim merkezidir, üniversitelerinde tıp, kimya, astronomi okuturlar. Şehir Moğol istilasından evvel çok daha canlı olmalıdır, söylenenlere bakılırsa Hülagu nehre o kadar çok kitap atar ki Dicle günlerce mürekkep rengi akar...