Edirne ve İstanbul'u işgale niyetlenen bir ordunun ne kadar güçlü ve donanımlı olacağını tahmine çalışın. Düşünebiliyor musunuz bu muazzam birlikler bir yaz günü (19 Temmuz 1877) Plevne'ye takılır, arazinin buz ve ayaza kestiği Aralık ayına kadar kıpırdayamaz olurlar. İstanbul ve Edirne hayali suya düşer, savaşın seyri değişmeye başlar. Baştan alalım. İşler ters gidince Rus Çan II. Aleksandr bizzat Plevne'ye gelir ve muharebeyi yönlendirmeye kalkar. Ne topçu ateşi, ne de süngü hücumu, ne de yeraltına fıçı fıçı barut taşıyan lâğımcılar... Hiçbiri para etmez, bocalayıp dururlar. Çar çaresizdir, aczinden yüzünü gözünü tırmalar. Öyle ki Romanya Prensi Carol'a çektiği telgrafta "imdadımıza yetiş, Hıristiyanlık davası kaybedilmek üzere, Türkler bizi mahvediyor" cümlesini kullanacak kadar... Sona doğru Carol, 3 piyade, bir süvari tümeni ve 108 topla yardıma koşar. Çar bu muazzam ordunun başına general Todleben'i getirir, yüzlerce top Plevne'yi dövmeye başlar. Kasabayı yakar, yıkar, viraneler üzerine hücuma kalkarlar. Netice mi? Ruslar 16 bin, Rumenler 5 bin kayıp verir, perişan olurlar. Ki cesedler arasında 3 ünlü general ve 350 subay vardır. Dile kolay el kadar kenti 125 bin askerle kuşatır, bir arpa boyu yol alamazlar. Gazi Osman Paşa cephanesi tükenince emrindeki birliklerle kuşatmayı yarmaya kalkar. Ancak Plevne Müslümanları "bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz" diye yalvarırlar, "siz Bulgarlara dokunmadınız ama onlar bizi kıtır kıtır doğrar." Gazi Osman Paşa onları asla terk etmeyeceğini, kuşatmayı yaracağını ama harbi bırakmayacağını açıklar. Gelgelelim ahali söz dinlemez, kağnılarını yükler, ordunun peşine takılırlar. Gazi Osman Paşa ayak bağı olan kadınlar ve yaşlılar yüzünden çok vakit kaybeder, halkı koruyayım derken hedef olmaktan kurtulamaz. Atı vurulup ölür, kendi de bacağından isabet alıp aksamaya başlar. Viz suyu kenarında bir kulubeye çekilip yaralarını sararken kuşatılır, General Ganetsky komutasındaki yüzlerce asker namlu doğrultur, yaşlı ve yaralı komutanımızı esir alırlar. Rus Başkomutanı Grandük Nikola, onu törenle karşılar, kılıcını iade eder ve "bunu taşımaya sizden daha lâyık biri yok" diyerek beklenmedik bir jest yapar. Osman Paşa, Bugat, Bükreş, Harkoff'da geçen esaret yıllarında Rusların ve Romenlerin hayranlığını kazanır. Nitekim trenle Petesburg'a yollanır, genç Rus subayları sarayın önüne koşar ve Osman Paşayı yürekten alkışlarlar. Gazi hazretleri Çarla sohbet eder, Fransızca'dan girer Rusça'dan çıkar. Saraydaki nazırlar onun bilgisi görgüsü karşısında "lal" olurlar. Ah ellerinde bu kalitede bir komutan bulunsa... Çar kimseye yapmadığını yapar, Osman Paşa'nın Türk illerini gezmesine, soydaşlarıyla tanışıp konuşmasına mani olmaz. Gittiği yerlerde devlet başkanı gibi karşılayıp uğurlar, şerefine sofralar donatırlar. Ruslar karşılarında ikinci bir Osman Paşa bulamadıkları için Kağıthaneye kadar sokulurlar. Ancak İstanbul'a giremeyecek kadar yorgun ve bıkkındırlar, nitekim Ayestefanos (Yeşilköy) antlaşmasını imzalayıp defolurlar. Çar, Abdülhamid Hanın ricası üzerine Gazi Osman Paşayı bağışlar ve İstanbul'a yollar. Ulu Hakan Paşayı ayakta karşılayıp alnından öper ve "Sen benim yüzümü dünyada ak ettin ya, Allah da senin yüzünü Ahirette ağartsın" diye dua eder, gözlerinden sicim gibi yaş akar. O günden sonra Osman Paşa'yı yanından ayırmaz, Cuma selamlığına birlikte çıkar, kandil geceleri Hırkay-ı şerif ziyaretine beraber gider, omuz omuza saf tutarlar. Dahası iki kızını (Naile ve Zekiye'yi) Osman Paşanın oğullarına (Nureddin ve Kemaleddin) verir, akraba olurlar. Ulu Hakan bu temiz askeri, Serasker (Başkumandanlık) makamına tayin etmekten sakınmaz. Yıllardır "ordunun ıslahı" üzerine kafa yoran Gazi Osman Paşa yabancılar eliyle yapılan ve çoğu kez gösterişten başka işe yaramayan pahalı ıslahatlara yanaşmaz. O asker evladlarına inanır, subayına sahip çıkar. Her ne kadar öze dönüşten yana ise de, kararlar komisyonlarda alınır, ittihatçılar bastırır ve oylamalardan kaos çıkar. Artık istese de istemese de yabancılar (mesela Van der Goltz ve Liman Paşa) kışla içinde cirit atar. Almanlar Osmanlı ordusunu kendi "güney kanatları gibi" görmeye başlarlar. Osman Paşa abid, salih, şefkatli bir subaydır. Sade yaşar, rütbesine rağmen boynu bükük durur, yapamayacağı vaadlerde bulunmaz. Bağırmaz, çağırmaz, masa yumruklamaz. İstişareye ehemmiyet verir, karar alındı mı geri adım atmaz. Sakindir, sabırlıdır, açlığa, yorgunluğa, uykusuzluğa iyi dayanır. Asker koğuşlarına girer çıkar, revirleri ziyaret eder ve erlerle karavanaya kaşık sallar. Er gibi... Bunca çile, bunca gaile bu büyük komutanı da yıpratır, 5 Nisan 1900'da Rahmet-i Rahmana kavuşur. Abdülhamid Han defn masraflarını cebinden karşılar. Cenaze namazını Yahya Efendi türbedarı Şeyh Abdullah Efendi kıldırır, Balat Kadı Saidi Dergâhı Postnişini Muhammed Keşfi Efendi de içli bir dua yapar. Onu Fatih Sultan Muhammed gibi bir sultana kabir komşusu yapar, nurlu caminin haziresinde toprağa bırakırlar. Cumhuriyet kurulunca Gazi Osman Paşa'nın oğulları "hanedana damat oldukları için" yurt dışına çıkarılır, sürgünlerde (Kahire'de, Nice'de, Tiran'da) sefalet içinde yaşarlar. Torunları yıllarca memleket hasretiyle yanar, yakaladıkları ilk fırsatta İstanbul'a koşarlar. Bunlardan Fatma Hanım Sultan, Beyoğlu'nda pis bir izbede vefat eder, evsiz yurtsuz dolanırken araba altında kalan Cahit Osman'ın (1977) üzerinden ise sadece 225 kuruş çıkar. "Vefa" semt ismi olarak kalmış. Ayıptır ya, insanın yüreği sızlar. > Ateş kes! Bir ara Yıldız civarında Arap ve Arnavut muhafızlar arasında tatsız bir kavga patlar. Tekme tokat derken, iş büyür ve birbirlerine kurşun sıkmaya başlarlar. Müsademe kontrolden çıkmak üzeredir ki Gazi Osman Paşa çatışma mıntıkasına koşar. Mermilerin vızıldadığı sahaya canı pahasına girer ve davudi sesiyle haykırır: "Ateş kes!" Tek komutla sükunet... O kadar! Bu patakla kötekle, korkuyla azarla olacak iş değildir, ayan beyan "muhabbet" kokar.