Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî

A -
A +

Hicri 560... Yer: Endülüs... İspanya'nın şirin beldelerinden birinde (Mürsiyye) nur simalı bir bebek (Ebû Bekir Muhammed bin Ali) doğar. Bu çocuk diğerlerine benzemez, akranları gülüp oynarken etrafına hikmet nazarıyla bakar. Onda kelimelerle anlatılamayacak bir kavrama kabiliyeti vardır, mevzunun girişinden hitamını anlar. İşittiklerini sanki bir yere yazar, yeri geldi mi önünüze koyar. Zaman zaman hocaları bile hayrete düşer "buralarda zayi olmasın" deyip İşbiliyye'ye yollarlar. Ebû Bekir Muhammed, (henüz sekiz yaşındadır) Endülüs âlimlerinin feyzli sohbetlerinden cevahir toplar. Soğukta mı kalır, nazara mı gelir bilmiyoruz ama bir ara çok hastalanır. Vücudu pelte gibi olur, eli kolu yanlarına kayar. Çocukcağız canıyla uğraşırken bed simalı, patlak gözlü, kazma dişli, salyalı tipler musallat olurlar. Ancak nûrânî yüzlü, hoş kokulu bir mübarek yardımına koşar, alayını kovar. O iğrenç taife kaybolunca nasıl rahatlar anlatılamaz. Yardımına yetişen zatın ellerine kapanıp sorar. "Efendim siz kimsiniz?" -Yâsîn sûresi! O ara gözlerini açar, başında Yâsîn-i şerîf okumaktadırlar. İşte o günden sonra Yâsîn-i şerifi çok okur ve çok şeye kavuşur. Keşf sahibi Mesela, diyeceksiniz. Mesela bir gece Tunus Limanındadırlar. Bulunduğu geminin güvertesine çıkar etrâfı seyre dalar. Yâsîn-i şerifi henüz bitirmiştir ki yakomozlar üzerinde bir gölge uzar. Ak sakallı bir Allah dostu suyun üzerinde yürüyerek gelir, hiç zorlanmadan güverteye çıkar. Etekleri sahrada yürümüş gibi kurudur nalınlarında da tek damla su bulunmaz. Selam sabahtan sonra sohbet başlar, ama ne sohbet. Her cümle bir kitaplık mana taşır, her kelime yeni ufuklar açar. Meçhul yabancı geldiği gibi ayrılır, her adımında uzun mesâfeleri yutar. Bu arada Allahü teâlânın isimlerini zikreder ki sesi sadece kulağında değil, yüreğinde çınlar. Sahi kimdir bu zat? Onu arayanlar nerede bulurlar? Ertesi gün bir hal ehli yanına yaklaşıp"Hızır aleyhisselâm neler anlattı" diye sorunca kavuştuğu nimetin büyüklüğünü anlar. Söz konusu sohbetler kesilmez, aksine artar. Endülüslü dervişin ne zaman girift mevzulara dair ince sualleri olsa Hızır aleyhisselâmı yanında bulur, kalbine deryalar gibi feyz akar. Yaşı 30'a vardığında Fas'ı, Tunus'u, Mısır'ı dolanır. Kuzey Afrika uleması onu yakinen tanır, Muyhiddin-i Arabî diye anarlar. Kul sıkışmayınca Bir keresinde namaz kılmak için indiği limanda bir sapıkla karşılaşır ki adam mucizeye, kerâmete inanmaz. İbn-i Arabi hazretleri onlarca misal verir, akli ve nakli delilleri sıralar, lâkin adam "göster de inanalım" demeye başlar. O sırada mescide birkaç seyyah gelir, içlerinden biri, yerdeki seccâdeyi alıp, havaya serer, birlikte namaza dururlar. Ki söz konusu imam Hızır aleyhisselamın ta kendisidir, inkarcının diyecek sözü kalmaz. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin keşfi çok açıktır, vefat edenlerle de irtibat kurar."Onları ya rüyâmda görüyorum, ya rûhâniyetlerini dâvet ediyorum, ya da bedenimden ayrılıyor, yanlarına gidiyorum" buyururlar. Aşığa Bağdat sorulmaz, derler ya, Allah dostlarının gönlü de Haremeyn'de atar. Muhyiddin-i Arabî hazretleri hac farîzasını yerine getirdikten sonra Mekke'den kopamaz, tam iki yıl Mükerrem Beldede kalır ve "Fütûhât-ı Mekkiyye" adlı eserini yazar. Sonra Medîne-i Münevvere'ye gelir ve Serveri kâinatın nurlu ravdasında Peygamber hasretini dindirmeye bakar. Zirvelerin yanında Bu arada İbn-i Asâkir, ibn-il-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvan, Câbir bin Ebû Eyyûb gibi âlimlerden çok şey öğrenir, Ebû Midyen Magribî, Ebû Abdullah Temim ve Ebü'l-Hasan gibi mutasavvıfların huzurunda diz kırar. Muhyiddin-i Arabi, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine karşı derin bir muhabbet besler, büyük velinin kabrini ziyaret etmek için Bağdat'a koşar. Ki Gavs-ül-a'zam hazretleri, yıllar evvel, talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ'yı yanına çağırır, hırkalarını uzatırlar. "Vefatımdan sonra, benimle aynı künyeyi taşıyan (Muhyiddîn) bir Allah dostu gelecek, ona verirsin" buyururlar. Muhyiddin-i Arabi hazretleri sadece hırkaya kavuşmakla kalmaz, kalbine haller ve sırlar sızar. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Şam, Irak, Cezîre derken Anadolu içlerine uzanır Sivas'a, Malatya'ya çıkar. Konya'yı şereflendirince Selçuklu Sultanı çok sevinir ona paha biçilmez hediyeler yollar. Lakin büyük velinin dünyalıkla işi olmaz, alayını fukaraya dağıtır, işine bakar. Araya sora nasipli yetimi (Sadreddîn-i Konevî'yi) bulur. Bu pırlantayı itina ile yetiştirip icazetini yazar, sırtına Abdülkâdir-i Geylânî gibi bir zirvenin hırkasını koyar. Al senin olsun Muhyiddîn-i Arabî, İmâm-ı Gazâlî'nin hayranlarından biridir. Sırf ona olan muhabbetinden Şam'daki Gazâliye Medresesinden ayrılamaz. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eserlerini çok okur ve çok okuturlar. Her veli gibi Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de dünyalıkla uğraşmaz. Bir keresinde ona bahçeli balkonlu muhteşem bir köşk bağışlarlar. Daha henüz yerleşmiştir ki kapı çalınır. Bir fakir "Allah rızâsı için bir şeyler" isteyince "al ev senin olsun" der, cübbesini alır çıkar. Zaten mübarek maddiyat kovalayanları, deniz suyu içenlere benzetir, içtikçe hararetleri artar. Bir gün Şihâbüddîn Sühreverdî ile karşılaşır, sükût edip otururlar. Belki de kalpten konuşur avamın anlayamayacağı mevzulardan dem vururlar. Kalkarlar, Sühreverdî hazretleri onun hakkında "hakîkatler deryâsı, kutb-i kebîr ve gavs" diye mırıldanır, Muhyiddin-i Arabi ise "baştan ayağa sünnet-i seniyye ile dolu" diye fısıldar.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.