Bir arkadaş anlatıyor: "Uhud'dayım Hazret-i Hamza'nın kabri başında... Şühedanın önderine Fatiha-ı şerife okuyorum ama gözümün önünde Antony Quinn dolanıyor. Ne kadar zorlasam da olmuyor, ünlü artistin siması gözümden silinmiyor." Öyle ya hangimizin zihninde Hind (Radıyallahü anha) deyince İrene Papas, Halid bin Velid denince Michael Forest belirmiyor? Hazret-i Zeyd: Daimen Thomas, Hazret-i Ammar: Garrick Hagen, Bilal-i Habeşi: Johny Sekka, Ebu Süfyan (Radıyallahu anh) ise Michael Ansara... Şimdi elin abdestsizi gusülsüzü bu rolleri nasıl oynar? Bırakın gayrimüslimleri, tasavvuf terbiyesi ile yetişen müminler bile sahabeyi kiramın edebini, muhabbetini yansıtamazlar. Mevzunun şer'i yanı elbette ulemanın işi, bizim gibi ilmi noksanların ne "doğru", ne de "yanlış" demeye salahiyetleri var. Ancak Asr-ı saadet yıllarını sahne sahne hafızamıza kazıyan filmin "sinema açısından" başarısı tartışılamaz. Hoş, Mustafa Akkad bu filmi Müslümanlardan ziyade Amerikalılar için yapar, İslam hakkında hiç bir şey bilmeyen, sormayan, araştırmayan bir kitlenin gözünü açar. Suriyeli Mustafa Başta Antony Quinn olmak üzere bu filmde rol alanların İslam'dan etkilendikleri vakıa, nitekim içlerinden Kelime-i şehadet getirenler ve Müslümanca yaşayanlar çıkar. Hatta senaryonun havasına kapılan oyuncular Hazret-i Hamza'yı korumak için etten duvar örünce sahneyi 6 kez yenilemek zorunda kalırlar. Mustafa 8 nüfuslu bir ailenin çocuğudur, Halep'te doğar. O da akranları gibi mektepten kaçar, harçlığını rengi kaçmış kovboy filmlerine tokalar. Ayna karşısında ünlü artistler gibi rol keser ve habire senaryo yazar. Liseyi bitirince gözünü karartır "büyük denizde boğul" mantığı ile Amerika'ya uçar. Yaşı henüz 18'dir, cebinde işçi babasının titrek elleriyle sıkıştırdığı 200 dolar vardır, bir de deri cildli mushaf. İlk işi sanat akademisine yazılmak olur, Douglas Hill gibi isimlerden ders alınca kendine güveni artar. Her sömestre üç kısa film çekmek zorundadır ve o ortaya koyduğu eserlerle göze batar. Üç yılını da mastıra harcar işin teoriğini iyice kapar. İlk iş teklifi TV kanallarından gelir. Ondan yabancılar için bir program yapmasını arzularlar. CBS önüne 400 dolar haftalık koyar, NBC ise 100 dolar. Ama biri masrafa karışmaz, öbürü ne harcanırsa öder, mesele çıkarmaz. Akıl sorduğu ustalar, "ikinciyi kabul et" derler, "para harcamaktan korkma ve bir an önce isim yapmaya bak!" Nitekim tanınan bir belgeselci olur, dünyanın kuytu köşelerini dolanır, izlenen, beklenen sıcacık programlar yapar. İşte bu rüzgar onu önüne katar, getirip Hollywood'a atar. Ancak acımasız rekabetin sürdüğü arenada yer bulması kolay olmaz. Sektörün % 70'i Yahudilerin elindedir ve Arapları terörist olarak tanıtmaktadırlar. Mustafa münakaşaya girmez, peş peşe çektiği korku filmleri ile şöhreti yakalar. Hani o Hellowen dizileri, eli testereli adamlar filan... Sektörün eskileri "bir avukat tut ve sözleşmeleri okut" diye fısıldarlar, "biz de beyazız ama sen, sen ol beyazlara inanma!" Mustafa bu pislik içinde Müslümanca yaşar, montunun göğsünde Suriye bayrağı taşımaktan şeref duyar. Zaman zaman İslamiyet ve Server-i kainat hakkında sorulara muhatap olan Akkad Asr-ı saadet yıllarını anlatan bir belgesel çekmeyi çok arzular. Ama o bir Müslümandır, Efendimizi gösteremez, Hristiyanların İsa aleyhisselama yaptıklarını yapamaz. Ancak senarist Harry Craig "sinemada çare tükenmez ki" der ve hayalindeki Çağrı sahnelerini tasvire başlar. Bu filmde ittifakla kabul edilen menkıbelere yer verir ve metni İslam ülkelerinin dinden diyanetten sorumlu makamlarına sunarlar. Hepsinden tek tek cevaz alırlar. İş gelir dayanır finansa, çok kapı çalarlarsa da Kaddafi'den başka destek olan çıkmaz. Hatta film için ülkesinin kapılarını açar, Libya çöllerinde stüdyolar kurar. Mustafa'nın resimden yana derdi yoktur lâkin tesirli ve kalıcı bir müzik yaptırmayı da çok arzular. Aklına tek isim gelir: Maurice Jar... Mösyö Maurice dönemin en popüler ve en pahalı bestecisidir ama oturduğu yerden müzik yapmaz. Adam İslam dünyasındaki ezgileri yakalamak için yola çıkar, tam iki yıl Şam'da, Bağdat'ta, İstanbul'da dolanır. Kah Kahire kıraathanelerine takılır, kah bedevi çadırlarında sabahlar. Vahalarda, şadırvan başlarında pusuya yatar, biteviye "ses" arar. Nitekim Londra Flarmoni Orkestrasına çaldırdığı besteler klasik olur, telefon melodilerine bile ipotek koyar. Biliyor musunuz Mösyö Jar için bu müzikler son olur ve defteri kapar. Bırakın beste yapmayı eline alet bile almaz. Filmin çekimi de zahmetli olur, dayanılmaz sıcak bir yana, zaman zaman kum fırtınaları yüzünden ara vermek zorunda kalırlar. Mustafa Akkad bunları sineye çeker ama havadaki toz bulutu filmin berraklığını bozar. Silbaştan işe başlar Trablus'un bin km güneyindeki Sheba Çölü'ne çekilir ve 600 kişiyle yeni bir plato kurar. Aylarca kerpiç evlerde konaklar, sabrın sınırlarını zorlarlar. Netice ortadadır, Amerikalı yapımcılar bile "nambır van" demek zorunda kalırlar. Made in Libya Yine Kaddafi'nin maddi desteği ile yapılan Ömer Muhtar ise medeni geçinen İtalyanların maskesini yırtar. Akkad oğlu Melik'i de yönetmen olarak yetiştirir, özellikle digital video üzerinde yoğunlaşmasını sağlar. Ona göre asrın silahı sinemadır, Müslümanlar daha güçlü projelere imza atmalı, Hollywood hakimiyetine nokta koymalıdırlar. Ünlü ustanın üç büyük hayali vardır: Selahaddin Eyyubi, Alpaslan ve Fatih'in hayatını beyaz perdeye aktarmak! Bunlardan şansı en yüksek olanı İstanbul'un fethidir hatta 100 milyon dolarlık film için Büyükşehir Belediyesi ile el sıkışır, prensipte anlaşırlar ama... Aması ortada...