Sıra dışı bir genç Cemil Meriç

A -
A +

Dimetokalı Mahmut Niyazi Bey, Balkanlar'daki kargaşadan bunalınca Anadolu'ya kaçar. Kimbilir, belki de iliğimiz kemiğimiz ısınsın diye güneye iner, postu Hatay Reyhanlı'ya yayar. İşte "Hüseyin Cemil" orada doğar ve Kur'an-ı kerim kapağına 12 Kânunuevvel 1332 yazarlar. O günlerde yörede Fransızların borusu öter ve elbette tedrisatta Fransızca ehemmiyetli bir yer tutar. Gittiği mektebin adı Habibineccar'dır ama diplomasında "certificat d'études primaires" yazar. Cemil suyun öte yakasından gelmiş bir muhacir çocuğudur, anlatılmaz bir gariplik yaşar. Akranları ile aynı dili konuşamaz, kaldı ki insanın yüzüne gözlerini kırpıştıra kırpıştıra bakar. Belki bu yüzden mahallenin veledleri Cemil'e cüzzamlı muamelesi yapar, günde üç posta sopa atarlar. Babası ciddi bir hakimdir, annesi hastalıklı bir kadıncağız. Yavrucak yalnız kalınca kendini satırların arasına atar ve aydınların bile içinden zor çıkacağı mevzulara dalar. Ona gaz lambasının ışığı yeter, hoşuna giden paragrafları ezberler, zihninin bir köşesinde saklar. Ara sıra kendince bir şeyler karalar, Aleksandr Dumas'ı, Monte Kristo'yu, Dostoyevsky'i taklide kalkar. Hugo'nun 'Sefiller'ini almaya parası yetmez, çareyi kiralamakta arar. Çığır Kitabevi sahibi olgun bir adamdır, aşılan süreleri asla problem yapmaz. Ah gözlüğü olsa Hasılı Reşad Nuri'den girer, Halid Ziya'dan çıkar. Hüsn-ü hat ile uğraşmaktan da hoşlanır, Nabi'nin Nedim'in, Fuzuli'nin beytlerini itina ile yazar. Garibin 6 numara bir gözlüğe ihtiyacı olduğu nedeeen sonra meydana çıkar, lâkin tahtayı göremediği için cebir derslerinin ucu kaçar. Eh, herkes matematikçi olmak zorunda değildir ya. İş edebiyata geldi mi alayına fark atar. Dar-ül muallimin-i aliyye'nin yetiştirdiği değerlerden biri olan Lami Bey, Cemil'i keşfeder, kompozisyonlarını okudukça "Maşallah" diye fısıldar. Cemil, henüz Antakya Sultanisi'nde okurken Tarık Mümtaz'ın dergisinde yazar. Biraz da patronunun tesirinde kalarak lise hocalarını "sömürgeci" olmakla suçlar, İşte bu sivri tarz başına iş açar. Halep Konsolosu, Cemil'i yanına çağırıp azarlar ve derhal dergiyle münasebetini kesmesini arzular. Neymiş Efendim, Tarık Bey, Mustafa Kemal aleyhtarıymış da filan... Cemil "lâf bunlar" der geçer ama adamları inandıramaz. Sırf bu yüzden ona takar, Mülkiye'ye girmesine mani olurlar. Pertevniyal'de Cemil son sene İstanbul'a gider ve eğitimini Pertevniyal'da tamamlar. Bu arada Reşad Ekrem Koçu'dan tarih, Keyise İdali'den edebiyat okuma şansı yakalar. Fransızca derslerine uydurukçanın piri Nurullah Ataç girer ama onun Fransızcası zaten mükemmeldir, hocasının fikri zikri Cemil'i bağlamaz. Aksine yaşayan Türkçe'de ısrar eder hatta "kamusumuz namusumuzdur" diyecek kadar... İstanbul o devirde de zordur. Hatay'dan gelmiş cebi delik bir talebe ancak Kadırga yurtlarında kalabilir. Cemil, karnını öyle de böyle de doyurur ama kitap alabilmek için üç beş kuruş kazansa gerektir. Bir vesileyle tanıştığı Nazım Hikmet ona "Fransızca'n mükemmel bize tercüme yapsana" der. Garibim Gaston Jéze'in maliye ile ilgili 400 sayfalık kitabıyla, Stalin'in "Pratik ve Teori"sini tercüme edip önlerine koyar. Ama Nazım çamura yatar, bu saf delikanlının imzasını kullanmaz. Dahası kuruş vermeden başından savar. Bunlar böyledirler işte, iş paraya geldi mi "kapitalist" oluverir, emeğe saygı duymazlar. Çetrefilli yıllar Cemil bu dönemde felsefeye çok takar, Marks, Engels, Freud derken bocalamaya başlar. İnançsız, yıldızsız, cıvıltısız, katran gibi geceler, vıcık vıcık ıstırap... Mü'min desen değil, kâfir desen hiç değil. Kemalist değil, Marksist değil, ateist değil, liberal değil, hümanist değil. Değil, değil, değil... Kendini "pozitivist" sandığı dönemlerde bile Hafız İdris Efendi'nin torunu olduğunu unutmaz, seccadesinin üstünde sabahlayan ve cübbesinin içinde yok olan Allah dostunu hatırından çıkarmaz. İşte bu kasvet içini sıkar, bakar İstanbul'da yapamayacak pılısını pırtısını (ve kitaplarını) toplayıp memleketine kaçar. O günlerde bölgede Fransızlar at oynatırlar. Paris'teki Fransız hükümeti "sosyalistlerin elinde olduğu için" Cemil'e mal bulmuş gibi atlar. Evet Cemil, Marksist geçinir ama işçilerle işi olmaz, Hatay'da sınıf yoktur ki sınıf kavgası olsa... Solcu mösyöler Cemil'i, köy öğretmenliğinden başlatır, mütercim, hava kurumu memuru derken nahiye müdürlüğüne oturturlar. Ancak Fransa'da yönetim değişince ortada kala kalır, onu mapus damlarına tıkar "idamla" yargılarlar. Cemil gidene ağam, gelene paşam demez, kendini sorguya çeken hakime "evet, Marksistim n'olacak" diye bağırmaktan korkmaz. Neyse ki o günlerde Hatay bize geçer de ipten yırtar. Yine İstanbul Cemil, Reyhanlı kahvelerinde, tütün sarıp, ömür tüketecek değildir ya, İstanbul'a gelir, ediplerin, şairlerin takıldığı kıraathanelere (Elit, Nisvaz) demir atar. O devirde Turancılık yükselen değerdir, o da Türkçülerle düşer kalkar ama Ziya Gökalp gibi tiplerden hiç hoşlanmaz. Yönünü yine Batı'ya çevirir, yayınları tarar. Kolomb Hindistan'ı ararken Amerika'yı bulmuş, Meriç, Avrupa'yı dolanırken Hindistan'a çarpar. Nietzche, Hegel, Zola, derken İbn-i Haldun'la tanışır ve ufku berraklaşmaya başlar. Cemil Meriç üniversite yıllarında parasızlıktan kurtulamaz, mecburen ayak takımının takıldığı pis pansiyonlarda kalır. Etrafında uyuşturucu simsarları, ucuz fahişeler fink atar ama o gözünü müsveddelerinden ayırmaz, eline kalemi aldı mı sular seller gibi çağlar. Takdir edersiniz ki el yordamıyla dolanan ve habire kitap taşıyan, miyop bir taşralı kadınlar için cazip olamaz. Ancak nasip bu ya Cemil Meriç, Fevziye Hanım gibi az bulunan bir muallime ile yuvasını kurar (1942). Bu arada Balzac, J.J. Rousso, Hanore, V. Hugo tercümeleriyle "matbuat âleminde" isim yapar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.