Şöhrete doğru Pablo Picasso

A -
A +

25 Ekim 1881 Yer: Malaga. Bayan Donna Maria zor geçen saatlerden sonra bir oğlan çocuğu doğurur ama minik misafir hareketsiz yatar, gözleri yana kayar, nefes alamaz. Ebe defin için hazırlıklar yaparken tecrübeli bir hekim (amca Don Salvador) purosunu yakar ve çocuğun yüzüne üflemeye başlar. İçlerinden "bu kadar da olmaz" diyen çıkar mı bilmiyoruz ama önce bir öksürük sesi duyulur, ardından bebek "ınga"lamaya başlar. Sevinci nasıl anlatmalı, aile mutluluktan uçar. Ona herkes bir ad koyar ve oğlanın kafa kağıdına "Pablo Diego Jose Francisco de Paula Nepomuceno Crispin Crispiano de la Santisima Trinidad Ruiz Picasso" yazarlar. Aradan yıllar geçer minik Pablo yürüyüp koşmaya başlar. Eline kalem geçirmeye görsün karalar da karalar. Evet kaşı gözü anasına benzer ama babası gibi renk ve çizgi arar. Baba Don Jose Ruiz Blasco müze müdürüdür, ayrıca resim derslerine girer çıkar. Zaten Blasco ailesi 5 asırdır ressam yetiştirir, içlerinden bazısı şöhreti yakalar. Picasso kıvrak bilek hareketiyle vezinli "2"ler, çizer ama iki kere ikinin kaç ettiğiyle uğraşmaz. O bir şekil hastasıdır, defterleri karalamalarla dolar taşar. Babası bir gün Picasso'dan (13 yaşında) yarım bıraktığı resmi tamamlamasını arzular. Picasso güvercinlere öyle ayaklar çizer ki o kadar olur yani... O kadar... Mektebinde okur Don Ruiz bütün aletlerini malzemelerini oğlunun önüne koyar ve bir daha da eline fırça almaz. Dahası Pablo'yu Barselona Sanat Okulu imtihanlarına sokar. Picasso bir aylık ödevi o gün tamamlayıverir, muallimler parmak ısırırlar. Picasso kısa sürede Barselona'da tanınır ama onun gözü yukarılardadır. Önce Madrit'te bir yer edinmeli sonra Paris'e atlamalıdır. Madrit yıllarında hastalanan Picasso mecburen Barceleno'ya döner ve ilk şahsi sergisini açar. Burada tanıştığı bir galeri sahibiyle anlaşıp, 150 franka el sıkışırlar. Şimdilik bu para yeter de artar. Ama her şey para değildir, artık taşralılar arasında yaşayamaz. Üstüne titreyen ailesi içini sıkar, babasına bile yabancı gibi bakar. Hem kendine has bir tarz oturtmanın zamanı gelmiştir, "büyük denizde boğul" mantığı ile Paris'e koşar (1904). Adsız sansız bir İspanyol için Paris kolay değildir, Max Jacob adlı bir şair ile aynı odayı paylaşırlar. Tek yatakları vardır, şair gece uyur, gündüz mısra avına çıkar, Pablo gündüz uyur, gece "ha babam de babam" fırça sallar. Max sakarın tekidir, ne yapar yapar, yerdeki tablolara basmayı becerir, ayakkabısının tabanıyla mutlaka imza atar! Picasso bu tablolardan bazılarını yırtar, bazılarını sobada yakar (pahalı bir ısınma yolu) Mavi mavi masmavi Peki elinden tutan olmaz mı? Olur. Mesela Bayan Gertrude Stein ve kardeşi Leo, Picasso'nun yaptığı bütün tabloları, hatta uyduruktan kaydırıktan olanları da satın alır fukaraya omuz çıkarlar. Şimdilerde değer biçilemeyen "kız ve çiçek sepeti"ne tam tamına 30 yeşil dolar sayarlar. Picasso o kadar memnun olur ki anlatılamaz, Promosyon olarak Gertrude teyzesinin portresini yapar. Yine Ambroise Vollard adlı bir sanat simsarı onda ne bulursa bulur, her eserini almaya bakar. Bu adam zamanında Van Gogh'un da tablolarını toplamış, yeri gelince meraklısına tokalamıştır. Picasso ilk Paris günlerinde zincirinden boşanmışçasına yaşar... Sonradan görmeler gibi şirazeden çıkar, hatta en yakın arkadaşının nişanlısını ayartacak kadar. Arkadaşı bunu yediremeyip de canına kıyınca büyük bir pişmanlık yaşar. Artık sadece mavi ve tonlarını kullanır, mâlum mavi melankolik ruh halini anlatır ve hüzün kokar. Ölüm, acı, yeis filan... Migreni tutunca Ölenle ölünmez derler ya, bu da geçer. Tekrar hayatla barışır ve bu kez pembede karar kılar. Üstelik çizgileri sadeleşir, çocuksu bir tarz yakalar. Mavi, pembe derken kübizm diye bir dümen tutturur ve hayli taraftar toplar. Efendim bu kübizm denilen şeyi iki kelimeyle anlatırsak: Dağıt, topla! Şimdi bir adam ya da kadın düşünün bütün uzuvları dağıtır sonra, kafasına göre toplar. İki göz üst üste gelebilir, dudağın içinden kirpikler, kulağın içinden dişler çıkar. Kısacası insanı maymuna çevirir, kafadanbacaklılara nazire yapar. Onu yakınen tanıyanlar "migreni tutunca görüntü kırılmaları yaşadığını ve bu yüzden kübist portreler yaptığını" fısıldasalar da tablolara para sayanlar "derin bir ilham"dan söz açarlar. Ev eşyalarında, müzik aletlerinde, natürmortlarda cisimleri parçalayıp, dışa katlar. Adeta içlerini açar, önden, arkadan, yandan gösterir, perspektifi sallamaz. Nesneyi gördüğü gibi değil, "düşündüğü gibi" karalar. Bu tabloların çok açıdan elde edilen görüntülerin birleşimi olduğunu savunur, saflar da inanırlar. O güne kadar var olan sanat akımlarının hiçbiri "resmin kuralları"na karşı koyamaz. Kübizm gölge derinlik gibi bütün kaideleri yıkar, modern sanatın önünü açar. Zaten Picasso "Soyut sanat yoktur" buyurur, "sanat soyuttur!" Picasso'dan... Asla iyi bir iş becerdim, üstelik yarın da pazar deme. Durduğun anda yeniden başla! Sanatçı, duyguları algılayan anten gibi olmalıdır. Her şeyi söylemem ama her şeyin resmini yaparım. Ne yapacağını iyi biliyorsan, gidip de onu yapmanın ne anlamı var? Bilmediğini dene, git başka bir iş çıkar. Anlaşılmaktan daha tehlikeli bir durum mu var? Tek olmadığını sananlar, her zamankinden daha yalnızdırlar.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.