Taşunka, kara kara bulutların dolandığı bir kış günü Kara Tepeler'de doğar (1841). Yıllar hızlı geçer, emeklerken, sıralarken, yürür ve koşmaya başlar. Ancak kendisine çocukça muamele edilmesinden hoşlanmaz. Kolay mı, o, büyük reis Benekli Kuyruk'un yeğenidir, "ağır abiler"le oturup kalkar. Taşunka, kabilede "Parlak Saçlı" diye tanınır, ki saçları gerçekten göze batar. Siyah bukleler çağlayan gibi dalgalanır ve omuzlarına taşar. Atlara karşı hususi bir meyli vardır, babasından öğrendiği usullerle en asabi aygırlara yaklaşır, kolayca yakalar. Koca koca hayvanları kuzuya çevirir, peşine takar. Her Kızılderili veledi gibi o da kahraman olmayı arzular, zaman zaman yüzüne çizgiler atar, kaşlarını çatar. Savaş boyası düşman korkutmaya mı yarar? Belki ama yerliler gözlerine değil, yüreklerine inanırlar, zahire bakıp hüküm vermeyi yanlış bulurlar. Parlak saçlı, yaşlılardan az konuşmayı, çok düşünmeyi ve doğaya saygılı olmayı öğrenir. Çayırları incitmemek için parmak uçlarına basar, hele körpe tomurcuklara hiç kıyamaz. Baharda bir hoş olur, güzelliklere gebe toprağı öper, koklar, okşar. Kızılderililerde vecize çoktur ama o, "bir düşman çoktur, yüz dost az" sözünü kulağına küpe yapar. Ona göre bilek yürek bir yere kadardır, namert en "muharip" olmaz. İyi güzel de soluk benizli tacirler sırıta sırıta "ateş suyu" satınca gençler bozulmaya başlar, muharip olma gibi bir kaygıları kalmaz. Gayesiz maksatsız bir nesil işte, hikmet söyleyen ihtiyarlara boş boş bakarlar. Neyse... Parlak saçlı henüz 11 yaşında bir bizon sürüsünün içine dalar ve ilk avını yakalar. Bu büyük iştir, o gün kabile bayram yapar. 13 yaşına geldiğinde "huysuzluklarıyla" tanınan ve siyah savaş boyalarıyla dolanan "Crow"ların atlarını araklar. Crowlar kan dökücü bir kabiledir, ellerine geçirdiklerine hiç acımazlar. Pusu üzerine pusu atar ama Parlak Saçlı'yı yakalayamazlar. Bizimkinin para pul gibi bir derdi yoktur, o sadece en iyi atı bulmaya çalışır o kadar. Nitekim rüyalarını süsleyen küheylanın yabani sürüler içinde olabileceğini anlar. Gönlündeki tay için sarp yamaçlarda, dar kanyonlarda tuzak kurar. Bir puma gibi ağaç üstlerinde yatar. Küheylan peşinde Atlara yaklaşmak isteyen sabırlı olmalıdır, icabında aylarca civarda dolanmalı, kokusuna alıştırmalıdır. Taşunka tam netice almak üzeredir ki sürü hareketlenir, hayvanlar topraktan topaklar kopararak kaçışırlar. Eyvah ki ne eyvah. Ayların emeği zayi mi olacaktır yoksa? Parlak Saçlı, bir kayanın üstüne siner ve altından geçen bir aygırın üstüne atlar. Kene gibi yelelerine yapışır, âdeta kanatlanırlar. Atların neden kaçtığını anlamakta gecikmez, solukbenizliler peşlerine takılmış, habire kurşun yağdırmaktadırlar. Hedef alan alana, yıkılan yıkılana... Ancak kovboylar çocuğu görünce dururlar, belki de atların Kızılderililere ait olduğunu sanırlar. Ani bir kararla geri dönerler, dönerler ama merayı kana boyadıktan sonra. Son nefesini vermekte olan bir kısrağın etrafında ince bacaklı, bir tay dolanmaktadır. Pembecik burnunu anasının yarasına değdirir, olup biteni anlamaya çalışır. Parlak Saçlı, öksüz tayı alıp obasına döner, kapanır babasının kucağına, başlar mı hıçkırmaya. Ağlamakla küçüleceği zehabına kapılsa da babası "ağla oğlum" diye fısıldar, "ıstırap veren düşünceler gözyaşı ile arınırlar. Ağla!.. Ağla, zira gökkuşağına gözünde yaş olanlar kavuşurlar." Ve üstüne basa basa ekler: "Unutma! Yanlışa mani olmayanlar, yanlışı yapanlar kadar suçludurlar!" İşte o gün "kovboy"lara karşı nefreti artar. Bunu bir kenara yazar. Üç yıl, beş yıl derken çırpı bacaklı tay, güçlenir, süratlenir, adeta uçan kuşa kafa tutar. Babası bir eliyle şirin atın yelesinden, diğer eliyle Parlak Saçlı'ın perçeminden tutar. İkisinin de adını "Çılgın At" koyar... Çılgın At, 17 yaşına geldiğinde atıyla yekvücut olur. Mavi renkli savaş boyaları sürünür, kulaklarına kemik küpeler takar. Yayını, sadağını alıp obadan ayrılır. Babası hissettirmeden oğlunu takip eder, onun nice cengâver olduğunu anlamaya bakar. Çılgın At, kovboyların izini bulur ve hemen o gece kamplarını basar. Karanlıkta şimşek boyalı cengâverin baltası inip inip kalkar. At avcılarından kaçan kurtulur, kaçamayanın beyni patlar. Ortada 8 ceset vardır ama Çılgın At onları onurlandırmaz, kafa derilerini yüzüp kemerinde taşıma şerefi (!) bağışlamaz. İşte tam orada babası ortaya çıkar ve "bundan böyle arkamda yürüme, öncün olmayabilirim" der, "önümden de yürüme, takipçin olmayabilirim." Çılgın At pek duygulanır (herhalde önemli bir söz), mânâlı mânâlı başını sallar. O akşam Kabile Şefi "Başı Bulutlara Eren", erkekleri çadırında toplar. "Çılgın At" ödüllendirilmeyi beklerken azar işitir ve bu işe çok şaşar. Büyük Reis genç savaşçıyı "düşünmeden hareket ettiği için" felaket haşlar, sadece onu değil, bütün gençleri karşısına alır ve "barışın fazileti" üzerine bir nutuk atar. Şefe göre insan önce ruhuyla ve arkadaşlarıyla barışmalıdır. Halklar da barışmalı, çözümü savaşta aramamalıdırlar. Kuşak farkı Çılgın At, aslında sessiz ve saygılı bir gençtir ama bunca zulmü, baskıyı, katliamı yutamaz. Tayları kısrakları öldüren adamlarla ne konuşulabilir ki? Hem bebek süngüleyen askerler barıştan mı anlar? Yüreği alev alev yanar ve ağzından kor gibi bir cümle çıkar, "Ben ruhumla da barışığım, arkadaşlarımla da... Ama soluk benizli katillerle el sıkışamam. Barış koca bir kandırmaca, buna alet olamam!" O güne kadar Başı Bulutlara Eren'e bağlılıyla tanınan "Küçük Dev Adam" da saf değiştirir, Çılgın At'a destek çıkar. Çadırda homurtular artar, gençler ayağa kalkarlar. Kabilenin büyücüsü bakar vaziyet karışıyor, bir el işaretiyle herkesi susturur: "Eğer sorsanız: 'Sessizlik nedir?' Cevap veririz: O atalarımızın sesidir" gibi ağdalı ve tumturaklı bir konuşma yapar. Filozofça zikzaklarla milleti uyutur ve sükuneti sağlar...