Büyük âlim ve velî Seyyid Fehim hazretlerinin oğlu Muhammed Emin, Arvas'ta dünyaya gelir (H.1284). Küçük yaşlardan itibaren hallerle sırlarla tanışır, tasavvufa olan istidadı hissedilir. Arvas Medresesinde, müderris Molla Muhammed Merhum ve Molla Mahmûd Sûrî hazretlerinden okur, yöre halkı onu "Allâme" adıyla isimlendirir. Seyyid Fehim hazretlerinin bütün çocukları cevahirdir ama Muhammed Emin (kuddise sirruh) bir tanedir. Mükemmel bir hafızası vardır, adeta ayaklı kütüphane gibidir. Sözleri tesirlidir, hem kulağa, hem de kalbe hoş gelir. Risaleleri çok berrak ve çok derindir. Edip midir, şair midir? Evet, ama öncelikle velîdir. Elbette Şeyh hazretlerinin feyzinden ve bereketinden hissedar olur ve genç yaşta "mutlak hilâfet" ile şereflenir. İrşâdla vazifelendirilen Muhammed Emin Efendi pekçok talebe yetiştirir. Arvas Medresesini yeniden tesis eder, nurlu mekanı ilim, irfân menbaı hâline getirir. Şam âlimleri Muhammed Emîn Efendi 1900 senesinde Arvas'tan Molla Abdülkerîm, Molla Abdullah, Hacı Sâlih, Başkale'den Mevlânâ Seyyid Abdülhakîm, birâderleri Seyyid Tâhâ, amcazâdeleri Şeyh Hasan, müderrisler Molla Alâüddîn ile Van'da buluşur, hacca niyetlenirler. Yorucu bir yolculuktan sonra Şam'a gelirler. Nedense Şam ulemâsı, onları "imtihan lüzumu" hisseder, ancak Seyyid Muhammed Emîn'le giriştikleri mubâhase ve mücâdele sonunda mağlûb olur, üstünlüğünü kabul ederler. Yenilen pehlivan güreşe doymaz derler ya içlerinden yenilgiyi hazmedemeyen biri araya hatırlılar koyar Beyrut Vâlisine haber yollar. "Arabistan'ın neresinden olursa olsun birilerini bulun getirin ve onları mutlaka mağlûb ettirin!" Vali sözü edilen coğrafyadan üç âlim temin eder ve konakladıkları hana yollar. Bunlar saçlarını sakallarını ilim yolunda ağartmış, binlerce kitap devirip künhüne vasıl olmuş insanlardır, niye böyle apar topar çağırıldıklarını anlayamazlar. Neyse vali mevzuya girer, "Anadolu'dan gelen bir genci yoklamanızı istiyorum" der, "zira kır'atını merak edenler var." Âlimlere teferruat gerekmez, birilerinin "onun yenilmesini" şiddetle arzuladığını anlar, "emir emirdir" der, vazifelerini yaparlar. Buyrun sorun Odasına girdiklerinde Şeyh Muhammed Emîn kıbleye dönmüş murâkabe yapmaktadırlar. Selâm verirler. Selâmlarını alır; -Hoş geldiniz, ey âlimler. - Âlim olduğumuzu nereden bildin? - Âlimlerin selâmı bellidir. - Size arz edilecek suâllerimiz var. - Buyrun, sorun. - Ama çoktur. - Olsun. Ve soru sağanağı başlar, âlimler "kendilerini mütehassıs sandıkları" mevzulardan bahs açarlar. Muhammed Emin Efendi not alma ihtiyacı bile duymaz, onları sabırla dinler, sorulara atlamadan, sırayla cevaplar verir, delillerini sunar. Nitekim onlara döner ve "Bir îtirâzınız var mı?" diye sorar. Gelelim esahına - Hayır yok, cevapların doğruluğunu ve doyuruculuğunu kabûl ettik. Bizce tamam. - Evet bu cevaplar sahîhdir (doğrudur) ama esah (en doğru) değildir, oturun ben size bir kerre daha anlatayım. Bu kez derinlere iner, herkese malum olmayan sırlara kapı aralar. Âlimler nasıl mahcûb olurlar anlatılamaz, çocukları yaşındaki Muhammed Emin Efendinin eline kapanır, özür dileyerek ayrılırlar. Ve o hışımla Vâliye çıkar; "bizi kimin yanına gönderdiğinizin farkında mısınız" diye çıkışırlar. "Onu imtihan etmek ne haddimize? Bu zat dîn-i mübîni göğsündeki ilimden yenilemeye muktedirdir. Öyle ki Sâdüddîn Teftezânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleriyle mukâyese edilse yeri var." Vâli olgun bir adamdır, baltayı taşa vurduğunu anlar, Muhammed Emin Efendi ve arkadaşlarını iftara dâvet eder ve af dilemekten kaçınmaz. Dahası maiyeti ile birlikte tarîkata intisab eder, feyz almaya bakar. Beyrutlular sabah akşam Muhammed Emin Efendi'den konuşunca mübarek sıkılır ve bir an önce yola çıkar. Vâli, ardından Sultan Abdülhamîd Han'a bir mektup yazar, Muhammed Emîn Efendinin memleket ve künyesini net bir şekilde belirtmek sûretiyle; "Arabistan ulemâsına gâlib gelen bu zâtı Şeyhülislâm yapmak lâzım" teklifini yapar. Bakın bu münazaralar nasıl bir hayra yol açar: Kâfile Cidde'ye, oradan Mekke-i mükerremeye varır. Haccı edâdan sonra Medîne-i münevvereye vasıl olurlar ki, Mekke-i mükerreme şerîfi onlara mihmandarlık yapar. Ciğeri yanar Hatta Peygamber Efendimizin nurlu ravdasını açar. Muhammed Emîn Efendi, edeble içeriye girer ve Server-i Kâinatı (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâret eder. Nasıl bir hal yaşanır bilinmez ama ortalığı yanık bir ciğer kokusu sarar. Belki bizim gibiler etrafta kebapçı arar ama Seyyid Abdülhakîm hazretleri bu hallerin yabancısı değildir "Muhammed Emîn'in ciğeri dağlandı, artık çok yaşamaz" buyururlar. Doğrusu daha o akşam alametleri çıkar, takattan düşer, beti benzi solar. Yolculuk yaptıkları vapur, Tûr Dağı'na yakın bir limana yanaşınca "Tûr beni örttü" mânâsında "Gâmenî Tûr" buyururlar. Ki ebced hesâbına göre (1318) vefât târihi çıkar. Kafiledeki seyyidlerin yanında kelime-i tevhîd okurlar ve temiz rûhunu teslim edip sevdiklerine kavuşurlar. Dar-ı bekâya göçtüklerinde henüz otuz iki yaşındadırlar... Böylece Seyyid Fehim Hazretlerinin "Yerime Muhammed Emin geçsin, lakin o ince kalplidir. Bize karşı sevgisi çok kuvvetlidir, ardımdan fazla yaşayacağını sanmam. Ondan sonra Seyyid Abdülhakîm 'mutlak olarak' yerime ikâme olunmuştur" sözünün mânâsı ortaya çıkar.