Zamanının İbn-i Arabisi Selâhaddin Uşâkî

A -
A +

Selâhaddîn bin Muhammed Abdülazîz H. 1117'de (309 yıl önce) Rumeli'de Kesriye kasabasında doğar. 20 yaşına kadar memleketinde kalır, kasabanın imkanlarıyla ilim öğrenmeye çabalar. Dahasını da arzulayınca onu İstanbul'a yollarlar. Genç talip tahsilini hitama erdirince Bâbıâlî'de katipliğe başlar. Zekâsıyla, zarafetiyle, sadakatiyle Hekimoğlu Ali Paşanın dikkatini çeker. Ünlü vezirin çok adamı vardır ama Kesriyeli Selahaddin'i ayrı tutar. Nitekim Mısır'da vazife yaptığı yıllarda onu da yanına katar. Devrin Kahire'si ilim ehli için bulunmaz bir yerdir, Katip Selahaddin "fırsat bu fırsat" der Arapçasını ilerletmeye bakar. O sohbet senin bu meclis benim derken tasavvuf ehline karşı muhabbetle dolar. Özellikle Şâbâniyye yolunun büyüklerinden Şemseddîn Muhammed Hafnî'ye şakird olabilmek için can atar. Hüseyin Demenhûrî'den de ders okur ama ne ilme, ne zikre doyar. Gemileri yakar Ali Paşa ile birlikte İstanbul'a dönen Katip Selahaddin yine Paşa babasıyla Rumeli'yi doğru teftişe çıkar. Görünen o ki önü açıktır, ihtimal büyük bir memur olacaktır ama devlet işleri eskisi gibi sarmamaya (hatta sıkmaya) başlar. Edirne'de üç beş günlük işleri vardır lâkin bir vesileyle tanıdığı Cemâleddîn Uşâkî hazretlerinin tatlı diline güler yüzüne vurulur ve ani bir kararla gemileri yakar. Ali Paşa'ya çıkıp "benim için yaptıklarınızı unutamam" der "ancak izin buyursanız da artık Allah dostlarıyla bulunsam." Böyle bir talebe itiraz ne mümkündür. Ali Paşa çok hislenir, "bizi de dualarından unutma" der, sırtını sıvazlar. Kâtip Selâhaddîn tüy gibi hafifler, kuş gibi uçar, artık hocasının emrindedir ve bir dediğini ikiletmemeye bakar. Cemâleddîn Uşâkî hazretleri bir süre sonra İstanbul'a gelir ve Eyyûb Eğrikapı'da (Ekmek fabrikasının az altında) bir dergâh açarlar. Sadık talebesi Selâhaddîn'i yetiştirip icazet vermekle kalmaz, kızı ile evlendirerek damadı yapar. Aradan yıllar geçer, Selâhaddîn Uşâkî hazretlerinin nur topu gibi çocukları olur, sade ve mutlu bir hayat yaşarlar. Ancak... Gidin buradan! Ancak karlı bir kış günü hocası tek cümle ile "hanımını ve çocuklarını al burayı terk et" buyururlar. Selâhaddîn Uşâkî niyesini niçinini sormaz "başüstüne" der, yavrularını kucaklar. Ne olup bittiğini anlayamayan hatuncağızını peşine takar, karlara bata çıka uzaklaşırlar. O sıra dergâhın buğulu camında bir gölge kımıldar. Büyük veli ardları sıra okur üfler, okur üfler, ellerini açar. Garip kafile Haliç'in kenarından kenarından şehre sokulur, o sokak senin bu sokak benim derken Fatih'e (Çırçır civarına) varırlar. Gelgelelim kar taneleri küçülüp sertleşmiştir, rüzgar ise uğul uğul uğuldar. Zavallıcıklar takatten düşer, Aşıkpaşa Camiinin duvarına sokulurlar. O sıra saray amirlerinden Tâhir Ağa cumbadaki sedirine bağdaş kurmuş, hem manzarayı seyretmekte hem de acı kahvesini yudumlamaktadır. Onları görünce yardıma ihtiyaçları olabileceğini düşünür ve kapısını açar. Çocukları mangal başına oturturlar, uşaklar çay, çorba koştururlar. Tâhir Ağa misafirlerini soluklandırdıktan sonra sorar: "Hayrola? Çoluk çocuk? Bu havada? Selâhaddîn Uşâkî; "Bâtınî hükümdârın celâline tutulmuşum" der, "bir bildikleri vardır elbet, sual olunmaz." Celale tutulunca - Bak şu işe ki ben dahi zâhirî hükümdârın (3. Mustafa Han'ın) celâline tutulmuşum. Saklayıp korumam için emanet edilen bir kılıç vardı, bulamıyorum. İhtimal adamlarım bir yere kaldırdılar. Ama saray eve benzemiyor ki. Samanlıkta iğne arasan daha kolay. - Peki şimdi n'olacak? - Pâdişâhımız kırk gün süre tanıdılar, yoksa... - Yoksa? - Ne sen sor ne ben söyleyeyim, ihtimal darılırlar. Kabahat bende, cellada yollasalar hakları var. - Mühlet ne zaman doluyor? - Bugün, yarın... Hani eli kulağında... Hem şu ana kadar bulunmayan kılıç bundan sonra... Selâhaddîn Uşâkî hazretleri bir müddet tefekküre dalar, sonra başını kaldırıp "o kılıç sarayda" buyururlar, "filan yerde, yalnız üzerine kâğıt yığmışlar." Tâhir Ağa yerinde duramaz, palas pandıras saraya koşar, kılıcı bulur, Sultanın önüne koyar. Padişah nasıl sevinir anlatılamaz, Tâhir Ağa'ya olan itimadı artar. "Seni üzdük ve yorduk" deyip kırk gün izin verir ve ihsan-ı şahane ile gönlünü yapar. Tâhir Ağa, dar gününde Hızır gibi yetişen Selâhaddîn Uşâkî'yi unutmaz. Bir gün koluna girer, dayalı döşeli bir eve sokar, anahtarı usulca eline sıkıştırıp "kabul buyurursanız sevinirim" diye yalvarmaya başlar. Peki de kazan Dahası o semtte şirin bir mescid ve sohbet odalarından müteşekkil bir dergah yaptırır, emrine sunar. Mübarek burada yaklaşık 20 yıl talebe okutur, haşarı veledlerin bile nazını çeker, mahalle halkına bir şeyler öğretebilmek için kendini hırpalar. Nakşibendiyye, Mevleviyye, Celvetiyye, Gülşeniyye, Şabaniyye, Bayramiye ve Kadiri yollarından nasiplenen büyük veli tasavvufun inceliklerine vâkıf olmasına rağmen alışılageldiği tarzda şeyhlik yapmaz. Hocasının elceğizi ile sırtına bıraktığı hırkayı sandıklarda saklar "o gücü kendimde bulamıyorum" buyururlar. Hallerini öyle ustalıkla saklar ki semt sakinleri o deryayı kendileri gibi sanırlar. Ama gönül gözü açıklar müstesna... Onu "zamanın Muhyiddin-i Arabisi" diye tanır, "Camiu't-Turuk" nisbesi ile anarlar. Dile kolay 200'e yakın kitap yazar, İmâm-ı Gazâlî, Mevlânâ, İbn-i Arabî, Ebü'l Hasan Harkânî gibi büyüklerin eserlerine şerhler yapar. Kaabiliyetli olmasına rağmen şiire vakit ayırmaz, lâkin onun nesri bile kafiyelidir, inanın kulak okşar. Dönelim başa. O kış günü onları evinden çıkaran Cemâleddîn Uşâkî hazretleri Tahir Ağa'nın sıkıntısından haberdar mıdırlar? Ya ne sandınız, büyükler firaset sahibi olurlar.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.