Atatürk ve çağdaşlaşma

A -
A +

10 Kasım 2005 günü, ölümünün 67. yılında, milletçe bir kere daha anacağımız Atatürk'ün, dünyada kabul edilen ve bilinen belli başlı iki niteliğinden biri 'Ulusal Kurtuluş', diğeri ise 'Çağdaşlaşma' hareketlerinin önderi olmasıdır. Nitekim 9 Eylül 1922'de düşman denize dökülüp İzmir alındıktan ve Milli Mücadele Savaşı kazanıldıktan sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün 'Asıl iş şimdi başlıyor' sözleri ile, 'Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin ikinci ve fakat esas aşaması olan 'Çağdaşlaşma' hamlesine öncelik ve hız verildiğini biliyoruz. Nitekim, UNESCO'dan başlayarak, birçok kuruluş ve kişinin, çeşitli vesileler ile -ve özellikle Atatürk'ün 1981 yılındaki 100. Doğum Yıldönümü tören ve programları dolayısı ile- Atatürk'ün 'Çağdaşlaşma Lideri' niteliğini bir 'Evrensel Gerçek' olarak kabul ettiklerini ve 'Atatürkçülük'ü bir 'Çağdaşlaşma-Modernleşme İdeolojisi' olarak kabul eden görüşün Türkiye'de ve dış dünyada giderek, yaygınlık kazandığını görüyoruz. Gerçekten, Atatürk: 'Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye'de çağdaş, bu nedenle Batılı bir hükümet meydana getirmektir' der ve fakat hemen ilave eder: 'Biz, Batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi kendi bünyemize uygun bulduğumuz için dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz." Osmanlı dönemindeki 'Kısmî' ıslahat hareketlerinden farklı olarak 'Topyekun Total' bir çağdaşlaşmanın öncüsü olan Atatürk, siyasal, sosyal ve ekonomik alanlar dışında, kültürel bir çağdaşlaşmadan da yanadır. Atatürk'ün güzel sanatlar konusundaki düşünceleri kısaca şöyledir: 'Yüksek bir insan toplumu olan Türk Milletinin tarihî bir özelliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir... Bir millet ki, resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o millet, medeni ve ileri olmaya layık değildir...' 1926 Ekimi'den başlayarak, Atatürk'ün heykel ve resimlerinin kamu yerlerinde görüldüğünü ve bu suretle yaşayan insanların tasfir edilmesine karşı olan eski geleneğin bırakıldığını da hatırlıyoruz. 1930 gibi oldukça erken bir tarihte 'Gelişmenin amacı insanları biribirine benzetmektir. Dünya birliğe doğru yürümektedir. İnsanlar arasında sınıf, derece, ahlak, elbise, ölçü farkı gittikçe azalmaktadır. Tarih, yaşamak kavgasını, ırk, din, kültür, terbiye yabancıları arasında olduğunu gösterir. Birliğe doğru yürüyüş, barışa doğru da yürüyüştür" diyen Atatürk daha o zamandan 'Medeniyetler Çatışması' ihtimal ve tehlikesini, kendisine özgü dehası ile sezmiş ve çare olarak 'Medeniyetler Uyuşması'nı göstermiştir. Atatürk 27 Ekim 1922 günü yine oldukça geride kalan bir tarihte ve fakat Milli Mücadelenin kazanılmasından hemen sonra Bursa öğretmenlerine şöyle sesleniyordu: 'Yükselmiş, ilerlemiş, medenî bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat, ancak bilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise, oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız.' 1923 yılında da Atatürk aynı konuyu şöyle işliyordu: 'Bu millet ve memleket ilim ve irfana çok muhtaç. Eğitim ve öğretim görmek için, ilim, fen ve ihtisas nerede varsa gidip öğrenmeye mecburuz.' Nihayet Atatürk'ün, 'Ben manevi miras olarak hiçbir dogma hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum, benim manevi mirasım ilim ve akıldır.. Benden sonra beni benimsemek isteyenler akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar' sözleri ile akıl, bilim ve teknolojinin rehberliğini, kendisini takip etmek isteyenlere vasiyet ettiğini de biliyoruz.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.