Yukarıdaki başlık, 25 Mart 2003 günü, kısa süre önce vefat eden ve uluslararası ilişkiler konusunda değerli katkıları olan Prof. Dr. Esat Çam anısına İstanbul Kültür Üniversitesi'nde (İKÜ) düzenlenen panelin konusu idi. Prof. Dr. İlter Turan'ın yönettiği panelde ilk konuşmayı İKÜ öğretim görevlisi emekli Büyükelçi Yalım Eralp yapmış ve Irak'taki operasyonun BM Güvenlik Konseyi'nin 1441 ve 687 Sayılı Kararlarına göre "Meşru" olduğunu vurguladıktan sonra, Fransa ve Rusya'nın bu görüşe karşı çıktığını ve veto yetkisini kullanmayı gündeme getirdiğini vurgulamıştır. Emekli Büyükelçi Sönmez Köksal, ise Saddam rejiminin otoriter-totaliter niteliği ve özellikle aile ve aşirete dayalı yapısı üzerinde değerli bilgiler verirken, üçüncü konuşmacı emekli Büyükelçi Özdem Sanberk ise, Irak krizini kapsayan konuşmasında, Türkiye'nin, 1991'deki 1. Körfez Savaşı ile bugünkü 2. Körfez Savaşı arasındaki dönem zarfında konuya bir çözüm ortaya atamamasını eleştirmiştir. Son konuşmayı yapan gazeteci ve İKÜ öğretim görevlisi Cengiz Çandar da Birinci Dünya Savaşı sonunda kurulan Milletler Cemiyeti ve 1928'de savaşı yasaklayan Briand-Kellog Paktı'na rağmen 2. Dünya Savaşı'nın önlenemediğini, savaştan sonra, çöken Milletler Cemiyeti yerine kurulan BM'nin Güvenlik Konseyi'nde İkinci Dünya Savaşı galiplerinin veto yetkisini elde ettiğini, iki nükleer güç arasında cereyan eden "Soğuk Savaş"ın galibinin ABD, mağlubunun ise Sovyetler Birliği olduğunu ve son 10-15 yıl içinde ulusal çıkar ve güce dayalı "Reel Politik"in geçerliliğini sürdürdüğünü anlatmıştır. Uzman kişilerden oluşan panel, İKÜ öğrencilerinin büyük katılım ve ilgisi ile izlenmiş ve panel sonunda öğrenciler panelistlere çeşitler sorular sormakta âdeta yarışmışlardır. Paneli izler ve konuşmacıların beyan ve görüşlerinin hemen hepsine katılırken, Irak krizinde giderek uluslararası bir nitelik kazanan "Kürt Sorunu"nu da "Reel Politik" açısından değerlendirmenin de çok önemli olduğunu düşündüm. Gerçekten, Kürt nüfusunun yayıldığı coğrafyayı hatırlarsak, bu coğrafyanın Orta Doğu ve Avrasya'nın en önemli alanlarından birini oluşturduğunu teslim ederiz. Böyle olunca da, bu bölgenin küresel ve bölgesel rekabetlerin çekim merkezi haline gelmesi çok doğaldır. Nitekim, "Kürt Sorunu"nun bu jeopolitik temeli ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi güçleri kendine çekmektedir. "Kürt Sorunu"nun jeo-ekonomik temelinde bölgenin zengin petrol ve su kaynakları ve aynı sorunun "Jeo-etnik" temelinde ise Kürt nüfusun, Orta Doğu'nun diğer üç önemli unsuru olan Türk, Arap ve İranlı nüfusun alanlarına yayılmış olması gerçeği yatmaktadır. İşte bu sebeplerden dolayı her büyük güç Kürtleri şu veya bu şekilde kullanmaya çalışmakta ve fakat maalesef Kürtler, bu stratejik oyunun hemen her zaman mağduru haline gelmektedir. Krizin odak merkezi haline gelen Irak, Orta Doğu'daki Müslüman toplulukların çelişkilerini barındırmakta yani Türkmen, Kürt, Arap, İranlı etnik ve Sünni-Şii mezhep unsurlarını içermekte ve bu bakımdan Irak'ın Orta Doğu'nun kilidi durumunda olduğu teslim edilmekte ve Saddam'ın göçmesi ile bölgede "Pandora'nın Kutusu"nun açılmasından korkulmaktadır. Uzman stratejistlerin, Orta Doğu barışı ile ilgili olarak haber verdikleri büyük tehlike, Türk, Arap, İran ve Kürt unsurları arasında çıkarılacak etnik çatışmanın sürekli bir yara haline dönüşmesidir. 1980-88 İran-Irak savaşı ve 1. Körfez Savaşı ile tırmanan PKK terörü de bölgesel barış sağlanmadan iç barışı sağlamanın zorluğunu ispatlamıştır. Bu bakımdan Türkiye'nin, Osmanlı'nın bölge politikası ile ilgili tecrübelerini de arkasına alarak, "Kürt Sorunu"na yönelik en kalıcı ve soğukkanlı politikayı izleyebileceğini ben de düşünüyor ve bu nedenle, Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmek konusunda sergilediği ve son olarak, 28 Mart 2003 günü toplanan MGK'nın yayınlanan bildirisinde ve başbakanın beyanında, daha önce de Genelkurmay Başkanı'nın açıklamalarında yer alan "İhtiyatlı" politikayı çok yerinde buluyor ve Powell'ın Ankara ziyaretinden sonra da sürdürmesini diliyorum.