El-Kaide'nin sözde Allah ve İslam Dini adına, 11 Eylül 2001'de ABD'de yaptığı intihar saldırılarından sonra, "Siyasal İslam", "İslamî Fundamentalizm", "İslamcılık" ve "Radikal İslam" gibi deyimlerin yoğunluk kazandığını görüyoruz. Denilebilir ki, bütün bu deyimlerdeki düşüncelerin temelinde Seyyid Kutub'un "İnsanın sadece "Cahiliye" ile Allah hukuku olan Şeriata tâbi olması" arasında bir tercih yapması önerisi bulunmakta ve bu görüş "İslamcılık" veya "Siyasal İslam" adı verilen daha büyük bir kategorinin sadece bir parçası olan "İslami Fundamentalizm"i oluşturmaktadır. Amerikalı akademisyen Noah Feldman yeni kitabında İslamcılığı "İslamcı olmayan herşeye karşı olan kapsamlı siyasal, ruhani ve kişisel bir dünya görüşü" olarak tanımlarken, Fransız bilim adamı Olivier Roy "Siyasal İslam"ı, daha kısa olarak "Bir İslam Devleti oluşturmak girişimi" şeklinde tarif etmektedir. Bunlar ve bunlara benzer tariflerin hepsi İslam dünyasında İslam Dini politik problemleri çözümlemek yolunda kullanmak eğilimi anlamına gelmekte, ne var ki bu eğilimin dozu Hıristiyanlıkta ve Musevilikte politika ile toplum konusunda söylenenlerden daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Batı'nın ünlü İslam dini yorumcularından Prof. Bernard Lewis bunun nedenini, İslam ülkelerinin İslam dinine bağlılığını, Hıristiyan ülkelerdeki din bağlılığından daha derin olmasında bulmakta ve gerçekten İslamın dünyada en hızlı yayılan din ve Batı'nın Demokrasi, Liberalizm ve Modernite gibi değerlerinin, çoğunlukla, Müslümanların da arzu ettiği değerler olduğu bilinmektedir. Eğer bugün Müslümanlar, giderek artan sayıda, siyasal ve ekonomik sorunlarının çözümü için Allah'a başvuruyorlarsa, Peter Devid'e göre bunun nedenini, politikacıların sorunları çözümlemesindeki başarısızlığa bağlamak yanlış olmaz. Gerçekten, işleyen demokrasi kurmakta çok az İslam ülkesinin başarılı olduğunu, İslam çoğunluğu ile meskûn her beş ülkeden sadece birinde, demokrasinin ancak var olduğunu ve bunların başını Türkiye ile Malezya'nın çektiğini görüyoruz. Diğer taraftan, son 25 yıl için yapılan bir araştırma, kişi başına düşen mili gelirin hemen bütün İslam ülkelerinde düştüğünü veya aynı seviyede kaldığını göstermektedir. İslamın çekirdeğini oluşturan Araplar, 280 milyon nüfus ile, bir buçuk milyarlık dünya İslam nüfusunun beşte birinden daha azını oluşturmalarına rağmen, teröristlerin büyük çoğunluğu maalesef Araplardan çıktığı gibi, BM Kalkınma Programı (UNDP)'nın bulgularına göre, son yirmi beş yılda 22 Arap ülkesindeki ekonomik büyüme, Afrika'nın Aşağı Sahra bölgesi istina edilerse, dünyada en aşağı seviyede seyretmekte ve UNDP bu başarısızlığın nedeni olarak, kaynakların azlığını değil, mutlakiyetçi rejimleri, seçimlerdeki yolsuzlukları, yürütme ile yargı arasındaki ayrılmazlığı ve medyanın sorunlarını göstermektedir. İşte, "Siyasî İslâm""a veya "İslamcılık"a göre, İslam dünyasının bütün bu başarısızlıkları, İslama yeterince sarılmamaktan doğmakta ve bunlar "İslam çözümdür" formülünü ileri sürmektedir. Bilindiği üzere Arap dünyasının sömürgecilik döneminden sonrası çözüm formülü "Arap Milliyetçiliği" olmuş, Baas Partisinin tüzüğündeki "Araplar bir millet oluşturur. Bu milletin tek bir devlet içinde yaşamak doğal hakkı vardır" ifadesi, Arap milliyetçiliğinin, Mısırlı Lider Nasır'ın İsrail karşısındaki askerî yenilgisi ve demokratik kurumları geliştirememesi ile başarısızlığa uğramış ve Arap Milliyetçiliği" hakkındaki başarılı eserinde Adepd Dawisha'nın söylediği gibi, yıkılan bütün ümitler ve tutulmayan vaadlerin yığını üzerinde "Siyasal İslam" kök salmıştır.