12-13 Aralık 2002 günlerinde yapılan Kopenhag Zirvesinde Türkiye hakkında alınan kararlardan memnun olmak mümkün değildir. Zira AB Türkiye'ye, müzakerelere başlamak için kesin tarih vermek yerine, 12 Aralık 2004 Günü için sadece bir "Randevu Tarihi" verdi. Böyle bir tarihin ise müzakerelere başlamak açısından hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Ayrıca, AB 1 Mayıs 2004 günü yeni 10 üyeyi AB'ye katacağı için, Aralık 2004'te Türkiye'ye müzakere tarihi verilip verilemeyeceği kararını 15 üye yerine 25 üye verecek. Bu yeni üyelerin ise AB'nin imkanlarını Türkiye gibi nüfusu 70 milyona ulaşan bir ülke ile paylaşmayı kabul edip etmeyecekleri sorusu ortadadır. Türkiye'nin AB ile müzakerelerin başlaması için, bize kesin tarih verilmek yerine "Koşullu Tarih" verilmesinin başlıca nedeni, AB'nin Türkiye ile ilgili olarak henüz genel bir mutabakata ulaşmamasından kaynaklanmaktadır. Nitekim eski Fransız Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing'in Türkiye'nin bir Avrupa ülkesi olmadığını ileri sürmesi ve Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi'nin Avrupa'nın doğal sınırlarını tesbit etmesi gerektiğini söylemesi bu zihniyetin basit, fakat çok belirgin ifadeleridir. Esasen Sayın Cumhurbaşkanı Sezer'in de "AB ülkeleri samimi değil bize tarih vermeyecekler" kanaati ile Kopenhag'a gitmediğini biliyoruz. AB içinde yaşanan bu "Mutabakatsızlık"ın açıkça söylenmeyen esas nedeni, Türkiye'nin büyüklüğüdür. Bu nüfus ve toprak büyüklüğüne, Türkiye'nin nüfus başına düşen milli gelir ve işsizlik oranını da katarsanız AB'nin neden durmadan Türkiye'ye "Çifte Standart" uyguladığı daha iyi anlaşılır. Nitekim, "Türkiye'nin ve sorunlarının büyüklüğünden kaynaklanan bu korku"nun yanında kendi iç politika sorunlarını yaşayan AB'nin patronları Chirac-Schröder ikilisi zirveden önce Türkiye için açıkça Aralık 2004'ü "Koşullu Tarih" olarak önerirken, Türkiye'nin "Ev ödevi"ni başarı ile hazırladığına 25 üyenin karar vermesinden sonra müzakerelere başlamak için Temmuz 2005 tarihini önermiş ve bilindiği üzere bu öneri Kopenhag Zirvesinde aynen benimsenmiştir. Kopenhag Zirvesi boyunca bazı AB liderlerinin Türkiye hakkında pohpohlayıcı beyanlarını gazete sahifelerinde okuyup ve TV yayınlarından izlerken, gayri ihtiyari olarak Napolyon ve daha sonra ki Restorasyon döneminde ayakta kalmayı başaran sinsi Fransız Dışişleri Bakanı Talleyrand'ın "İnsanlara konuşma hassası, düşüncelerini gizlemek için verilmiştir" sözünü hatırladım. Bu münasebetle, AKP Lideri Tayyip Erdoğan'ın Zirveden önce ve Zirve boyunca gösterdiği büyük çabayı ve Başbakan Abdullah Gül ile birlikte Zirve ile ilgili olarak yaptığı değerlendirmelerde sergilediği akılcı ve serin kanlı davranışlarını ve değerlendirmelerini takdir etmemek mümkün değildir. Son söz olarak, bir kısım medyada çıkan aksine değerlendirmelere rağmen, KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş'ın ameliyat sonrası komplikasyonlar yüzünden uzayan rahatsızlığına rağmen, KKTC'nin yine de 28 Şubat 2003'e kadar, Annan Planını tetkik ve pazarlık etme şansını ve çözüme ulaşma fırsatını kaçırmadığını düşünüyorum.