Ankara Antlaşması'nın 1963'te AET ile imzalanmasından 17 yıl sonra, Türkiye'de 12 Eylül 1980'de ve 20 yıl ara ile ikinci defa meydana gelen askeri müdahale, Türkiye-AET ilişkilerinin altı yıl süre ile yeniden dondurulmasına yol açmıştır. AET Konseyi'nin ılımlı bir açıklama ile ilişkilerin dondurulmayacağını belirtmesine rağmen, Avrupa Parlamentosu daha sert bir tepki göstermiş, Türkiye'den "Demokrasiye Dönüş" konusunda takvim isterken, bu takvimi vermemize rağmen 22 Ocak 1982'de, demokratik hürriyetlerin sağlanmasına kadar ilişkilerin askıya alınmasını istemiş ve konsey de parlamentonun bu kararına uymuştur. Bilindiği üzere, 6 Kasım 1983'teki genel seçimleri Anavatan kazanmış, yeni hükümet ekonomide liberalleşme ve piyasa ekonomisinin yerleşmesine çaba sarfederken, Başbakan Turgut Özal 1985 Temmuz'unda yaptığı bir açıklama ile şartlar olgunlaştığında tam üyelik başvurusunda bulunulacağını söylemiş. Yunanistan'ın itirazlarına rağmen, 16 Eylül 1986'da Brüksel'de toplanan Ortaklık Konseyi'ni takiben, ilişkilerde normalleşme başlamış, Başbakan Özal, 1 Ocak 1987'de, o yıl içinde Türkiye'nin tam üyelik başvurusunda bulunacağını bildirmiş ve Türkiye 14 Nisan 1987 günü başvurusunu yapmıştır. Ne var ki komisyon, Türkiye'ye ancak 18 Aralık 1989'da, yani başvurusundan iki yıl sekiz ay sonra görüşünü açıklamış, komisyon raporunda 1993'e kadar tam üyelik başvurularını işleme koyamayacaklarını, ancak 1992'den sonra topluluğun 15 veya 18 üye ile işleyip işleyemeyeceğinin değerlendirilebileceğini belirtmiş ve bu suretle Türkiye'nin başvurusu 1992'den sonraya kalmıştır. Oysa, 1989 sonunda Doğu Avrupa'da beliren liberal gelişmeler iki Almanya'nın 3 Ekim 1990'da birleşmesi, Avusturya, Malta, Güney Kıbrıs, İsveç, Finlandiya'nın başvuruları, bunlardan Avusturya, İsveç, Finlandiya'nın 1995'te birliğe kabul edilmeleri, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından meydana gelen gelişmeler, Türkiye'nin AB'ye üye olarak katılmasını zorlaştırırken, konseyin Türkiye'nin başvurusunu diğer başvurulara nazaran çok uzun süre cevaplandırmaması da AB'nin Türkiye'nin üyeliğine "Olumsuz" baktığının bir göstergesi olmuştur. Gerçekten 12 Haziran 1975'te başvuruda bulunan Yunanistan için karar, 9 Şubat 1976'da, yani 8 aydan daha az zaman içinde alınmış, aynı durum İspanya ve Portekiz'in başvurularında da gözlenirken, Türkiye'ye üç yıla yakın zaman kaybettirilerek, ülkemizin karşısına daha önceki başvurularda aranmayan 1993 Kopenhag Kriterleri engeli, adeta çıkarılmıştır. Buna rağmen Türkiye, ümit ve iyi niyetini sürdürmüş. 1995'te, tam üye olmadan Gümrük Birliği'ne giren ve bu suretle ülkeyi AB'nin çevre ekonomik havzası haline getiren ilk devlet olmuştur. Oysa AB'nin, bırakınız göçmen işçileri bütün TC vatandaşlarına vize uyguladığını biliyor ve Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne girdikten sonra, ihracat ithalat dengesinin bozulduğunu görüyoruz. Bu suretle AB, Gümrük Birliği ile Türkiye'ye bir bedel ödemeden rüyasında bile göremeyeceği bir duruma kavuşmuş, kısaca bu durumdan AB ülkeleri Türkiye'den daha fazla yararlanmışlardır. Ne var ki, Türkiye'nin AB'ye verdiği bu lüzumsuz taviz bir işe yaramamış, Aralık 1997 Lüksemburg Zirvesi'nde Türkiye, AB'ye üyelik başvurusunda bulunan 12 ülke arasında, genişleme sürecine dahil edilmeyen tek ülke olmuştur. Lüksemburg Zirvesi ile Avrupa'nın haritası yeniden çiziliyor. AB'nin genişleme dosyasının yeniden açılmasının ancak 1999 Helsinki Zirvesi'nde Malta'nın da eklenmesi ile sayıları 12'ye çıkan aday ülkenin AB ile bütünleşmesinden sonra mümkün olacağı düşüncesi gündeme geliyordu. Bu durum ise, Türkiye'nin önüne 2015-2020 yıllarına kadar uzayan bir belirsiz dönem çıkarıyor o zaman da Türkiye ile AB arasında büyüyecek açığın her biri veto sahibi ve sayıları 27'ye çıkacak AB üyelerinin kaprislerinin tam üyeliğimizi imkânsızlaştırma ihtimalini gündeme getiriyordu. Kaldı ki, Graham Fuller ve İan Q Lesser'in "Turkey's New Geopolitics" eserinde ortaya koyduğu gibi, "Birçok Avrupalı için temel sorun, 70 milyon nüfuslu Müslüman bir ülkeyi AB'nin içine alıp alamayacağı ve bunun gerekip gerekmediğidir. İlginçtir ki bu sorun, Avrupa'da Müslüman göçmen işçilere karşı hoşgörüsüzlüğün ve yabancı düşmanlığının tırmandığı bir dönemde gündeme gelmektedir." Nitekim Aralık 2002'te Kopenhag Zirvesi'nde de Türkiye'ye müzakereye başlama tarihinin verilmesinin, bu defa da 2004 Aralığına, bana göre bir oyalama taktiği olarak, ertelendiğini biliyoruz.