Birlik çok mühim. Haşerâta verilebilecek en güzel cevab birlik. Bunda bir sarsılma yoksa kemiyyete bakıp da üzülmek yersiz. Kütübhâne raflarının tartmakda zorlandığı târih kitabları azın çoğa gâlibiyetini anlatan satırlarla dolu. Bir avuç kaliteli insan dağları devirir. Nitekim dört yüz çadırın ne yapdığını gördük. Yetmiş üç fırkanın yetmiş ikisi bozuk ama iktidâr asırlar boyu hemen tamâmen doğru olan o birin elindeydi. Emevî doğru, Abbâsî doğru, Selçuklu doğru, Osmanlı doğru. Ne kaldı geriye? Zâten bu son ikisi neredeyse bin seneyi kapatıyor. Fâtımîler, Safevîler iki büyük çıban başı o kadar. Diğerleri ufak...
Doğrunun düşmanı çok. Fitne ateşini yakmak kolay. Sultan Selîm'i erkenden kabre koyan bu sıkıntılar olsa gerek. Biz kendisini târih kitablarından tanıyoruz. Huzûrunda bulunmakla şereflenmedik. Üzülmezler, ağlamazlar, incinmezler zannediyoruz. Ordunun başına geçip güle oynaya fetihler yapdığını düşünüyoruz. Bunlar yanlış. Hükümdârlarımız içinde Ömer radıyallahü anha en çok benzeyen o. Neş'esi, kederi, dostluğu, düşmanlığı onun gibi. Endîşeleri onun gibi. Giyimi kuşamı onun gibi. Bir farkla! Gâlibâ elbisesinde yama yok... Fırat kenarındaki oğlağın âkıbetinden o da kaygılı. Ömerü'l-faruk hazretlerinin münker-nekire verdiği cevâbı hatırlayalım: "Siz yedibin yıllık yoldan gelinceye kadar Allahü teâlâyı unutmadınız da, ben bugün evimden çıkıp, kabre gelince, Rabbimi ve dinimi ve Peygamberimi nasıl unuturum?" Şimdi duralım ve düşünelim: "Sen bizi kiminle bilirdin?" ifâdesi yukarıdaki satırların küçük kardeşi değil mi? Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi/Kûşe-i kabrimde hattâ bî-karâr eyler beni" derken hiç şübhe yok ki bugünki manzarayı da dile getiriyordu... Hem o günün hem bugünün reçetesini yazmayı da ihmâl etmeden: "İttihâd oldu hücûm-ı hasmı def'e çâremiz"
Dostluk sadâkat gerekdirir. Bu anlayış milletimizin hücrelerinde var. Bunca yıkıma rağmen bugün dahi Anadolu insanı ekmek yediği yere ihânet etmez. Tıpkı Dânişmend gâzî gibi. Zîrâ o savaşacağı kimsenin ekmeğini yemez, yediği takdîrde mücâdeleye son verirdi. O günlerde birdik, berâberdik. Farklı devletler hâlinde teşkîlâtlanmış olsak da böyleydik. Birlik bize zafer getirdi. Saâdet getirdi. En karanlık günleri onunla aşdık. Kılıç Arslan, "Türk ırkının evlâdı ve birâderim" dediği Gümüş Tekin'le omuz omuza verince Anadolu işgâlindeki haçlıların sonu geldi. Bir avuç Türk uçsuz bucaksız küffâr ordularını cehenneme yolladı... Fitnenin kol gezdiği idbâr devirleri ise gözyaşıyla dolu. İhânetin kitabı o günlerde yazıldı. İnhizâm romanı o günlerde kaleme alındı. Alçaklık o günlerde lûgatimize girdi. Ve sonra alçak dediklerimizi arar olduk...
Bugün belli güçler büyük bir cür'etle fitne ateşini körüklüyor. Milletimiz ortadan ikiye bölünmüş vaz'iyyetde. Bunlardan biri akl-ı selîme daha yakın bir noktada. Fakat diğerini de çöpe atamayız. O da bizim insanımız. Bir şekilde bu akıl tutulmasını telâfî etmeliyiz. Londra'dan kumanda edilen beyinlere sinyali biz göndermeliyiz. Cezâ da mükâfât da bizden gelmeli. Biraz da buna kafa yoralım...