İstanbul yeryüzünün başşehri. Dün böyleydi bugün de böyle. Zayıf veyâ kuvvetli olmamız bu durumu değişdirmiyor. Osmanlılar çağında bilgi, görgü, incelik buradan dört bir cihete yayılırdı. O günkü nakil vâsıtalarına bakıp bu çok zor demeyin. Evet bu mübârek şehire diğer noktalardan vâsıl olmak kolay değildi. Aylar alabilecek bir ameliyeydi bu. Buna rağmen İstanbul’un her şeyi ve tabîî ki incelikleri en ücrâ köşelere kadar gidiyordu.
Dedelerimiz incelmiş bir kâlbe sâhib. Her türlü kabalık eşiğin öte tarafında. Nihâyet bizim, “Dün gece hicrân şebinde infiâlim vâridi/Kimseler bilmez benim ol dem ne hâlim vâridi” diyen sultanlarımız var. Kuruluşda da, yıkılışda da, arada da durum bu. İstisnâlar sebebiyle mal bulmuş mağrîbî konumuna düşenlerden olmamak lâzım. Zîrâ bunlar sâdece belli hücrelerin çürüdüğüne işâret eder. Başka hiçbir şeye değil. Ana kitlenin İstanbul tarafından dantel dantel işlendiğini sakın ola mübâlağalı bulmayın. Ayniyle, hattâ daha fazlasiyle doğru. Birazdan satırları şahsî arşivimizde bulunan yedi çeyrek asırlık bir mektûba bırakacağız. Aslında buna mektûb demek haksızlık olur. Zîrâ o bir hazîne. Her ne kadar konusu ve muhâtabları i’tibâriyle husûsî de olsa ondan çıkan netîceler çok şumûllü. Öyle ki milletimizi de medeniyyetimizi de içine alacak kadar… Bunca senedir bize dikte etdirilen safsataların tuzla buz olduğunu görmeye hazır olun!
Biz Karahisâr-ı şarkîliyiz. Dedelerimiz timarlı imiş. O arâzîlerin bir kısmı bugün dahi duruyor. Söz konusu yer bir sancak. İstanbul’a mesâfesi yaklaşık bin kilometre. Başka bir ifâde ile bir aylık yol. Buna rağmen İstanbul kültürü buralara da gelmiş. Hem de hiç tahmîn edemeyeceğiniz incelikleriyle. Dedelerimizden birinin gurbetden hanımına yazdığı bu mektûbu aflarına sığınarak paylaşalım:
“Canpârem sertâcım hanım,
Bu def’a Reşid yediyle vürûd iden kâğıdınız vâsıl-ı dest oldukda ciğerim pürhûn oldı. Yandı ciğer kebâb oldı. Cihân başıma dâr oldı. Ne çâre! Emr-i Hüdâ’ya râzı olmakdan gayrı çâre yok. Fermân onın. Emrine sem’an ve tâ’aten. Cenâb-ı Allah ziyâlı yârime çok çok ömürler virsün. Bir an noksânını bana göstermesün. Cânım yârim, sabırdan gayrı çâre yok, giden gitdi. Âh âh âh… Rabbim te’âlâ hazretleri ziyâlı yârime çok çok ömürler virsün. Ne diyeyim, ne ideyim, elden ne gelür? Âh Allah hu. Bendeni matlûb buyurmuşsunuz. Vâkıa güzel ve hem yolunda, lâkin cânım bu def’a hak yolunda diyecek cevâbım yok. Benüm kendü kusûrumdur. Bu kadar vakit bu tarafda meks idüb de şimdi paşa hazretleri gelecek vakit azîmetümüze bu tarafda olan ahbâblarımuz ağalar râzı olmadılar. Böyle husûsları bilürsün. Bir kerre dost düşman karşu düşdük. İnşâallah an-karîb mâşâallah varuruz. Cânım yârim efendim mahsûsen âdemimüz Mehmed bendeleri ol tarafa gönderilmişdür. Takrîrinde ma’lûmun olur cânım. Fî sene 264”
Ba’zı hâmişleri de alalım:
“Nûr-ı aynım, ciğer kûşem Güllüşâh dîdârı bûs olunur.
Vâlidem Zelîha hâtuna, Fâtıma hâtuna selâm olunur.
Hemşirem Zeyneb Âlime’nin dîdârı bûs olunur.
Veliyy-i ni’metim vâlidem hanımın dâmen-i şerîfelerini bûs iderim.”
İstanbul âdâb-ı muâşeretinin Sivas’a uzanması Osmanlı için şaşılacak bir şey değil. O çağlarda bu kültür çok daha uc noktalara gitmiş idi. Bugün bile İslâm coğrafyasında soyunu Türklere dayandırmak bir iftihâr vesîlesi. Benim dedemin annesi Türkmüş demek büyük bahtiyârlık. Lâkin sakın ola kendimize hisse çıkarmayalım. Başımızı önümüze eğelim ve cân u gönülden tevbe edelim.